7 Mayıs 2013 Salı

Ortadogu


İsrail “Silah sevkiyatı var” dediği Suriye’yi ikinci kez bombalarken ve Suriye iç savaşının  tüm 'dış' safları birbiri ardına restleşirken önceki gün Başbakan Erdoğan’ın gündeminde yine Beşar Esad vardı:
“… Biz dilsiz şeytanlardan olmayacağız. Ey Beşşar Esed, vallahi bunun hesabını vereceksin! Allah izin verirse bu caninin dünyada hesaba çekildiğini göreceğiz. Uluslararası camia, Suriye konusunda halen beklenen adımları atmamıştır…”
Tam da burada durup, Başbakanın parmağını salladığı yerden, ‘uluslararası camia’ya ve onun emperyalist temsilcilerinin yakın tarihte Allah'ın izniyle hesaba çektikleri canilere ve Suriye'de atılması arzulanan adımların olası izlerine bir bakmak lazım.
Malum, her şeyi politik bir jargon içinde soğutarak servis eden batılı iktidarlar, oynadıkları satranç oyununu, ‘uluslararası ilişkiler’ adını verdikleri kavranması epey maharet isteyen bir öğretiye bağlamayı seviyorlar.
Princeton Üniversitesi’nin Uluslararası İlişkiler bölümünün sıra dışı profesörlerinden Richard Falk, bu öğreti hakkında şöyle diyor: “Günümüzde rasyonel politikada yasa ve ahlak bir anlam ifade etmez. Uluslararası ilişkiler her türlü yasal ve moral değerin dışında tutulmalı. Batının dış politikası tek yanlı ahlaki ve hukuki süzgeçten geçirilerek şekillendirilir. Politik şiddet kampanyası, batının masumiyeti ve değerlerinin tehdit altında olduğu inancıyla beslenerek yürütülür.”
1948-1960 yılları arasında  Malezya’ya yapılan askeri saldırılar, Malezya’nın ‘isyancılar’a karşıİngiltere’nin öncülüğünde ‘korunması’ndan ibaretti. Bu korumanın karşılığı da İngiliz şirketlerinin Malezya’nın doğal kaynaklarının kontrolünü -kauçuk ve bakır- ele geçirmeleri olmuştu.
İşgale karşı Sovyetler’in ve Çin’in, Malezya halkına vermiş olduğu destek ise terörizmin uluslararası niteliğinin bir göstergesiydi!
Amerikalılar, Vietnam köylerini kimyasal silahlarla vurmadan, ormanlarını ve biyolojik doğasını genetik olarak sakatlamadan önce 1950’li yıllarda İngilizler, Malezya halkı üzerinde bütün bu silahları denemişlerdi. Dönemin İngiltere Başbakanı Harold Wilson, Amerikalıların Vietnam işgaline her türlü desteği vermişti.
Yine Amerikalıların 1960’lı yıllarda Endonezya’da, General Suharto’yu iktidara getirmek için yürüttükleri operasyonda yarım milyondan fazla insanın öldürülmesi gerekmişti.
1996 yılında aktivist bir grubun ele geçirdiği gizli bir döküman, ABD’nin Latin Amerika’da kurmuş olduğu Askeri Yüksek Okul’un eğitim programını içeriyordu. Georgia’daki okul 'öğrencilerine' işkence tekniklerini, baskı ve şantaj yollarını öğretiyordu.
School of The Americas’da eğitim alanlardan biri Arjantin cuntasının liderlerinden Galtieriidi. Onun zamanında Arjantin’de otuz bin insan kayboldu.
Kolombiya’nın iki yüz kırk altı subayından,  yüz tanesi 1993 yılında savaş suçlusu olarak İnsan Hakları Mahkemesi’ne çıkarıldılar. Bunların hepsi de School of The Americas’ın mezunlarıydı.
Bu okulun diğer mezunlarından Guetemala gizli servisinin başındaki Manuel Callejas, 1970 ile 1980 yılları arasında kurmuş olduğu gizli bir örgütle muhalifleri vahşi yöntemlerle öldürtmüştü.
Salvador’daki ölüm mangalarının başında bulunan Roberto d’Aubuisson aynı okulun mezunlarındandı. BM İnsan Hakları Komisyonu’nun raporuna göre El Salvador’da ölüm mangaları on beş ayda yirmi bin sivili öldürmüşlerdi. Ölüm mangalarının ‘güvenlik güçleri’ adı altında örgütlendiği, Amerika tarafından eğitildiği ve 523 milyon dolarlık yardım aldıkları raporda belirtiliyordu.
Soğuk savaşın bitmesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki dönemi Nikaragualıaraştırmacı Alejandro Bendana, şöyle değerlendiriyor;
“Tarihin hiçbir döneminde, dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir güç,  Amerika Birleşik Devletleri kadar insan hayatına hakim olmamıştır. Birleşik Devletler zaten bizi yarım yüzyıldır kontrol altında tutuyor. Şimdi bütün dünyanın Latin Amerikalaşmasından bahsedebiliriz. Birleşik Devletlerin enternasyonal, politik ve ekonomik sistemleştirme çabalarına karşı enternasyonal bir muhalefet için bu yeni dönemi iyi okumalıyız. Kapıları tekmeleyerek açmak için bugün her zamankinden çok daha fazla cüretkâr davranacaklardır.”
George Bush, 1989’da, soğuk savaşın son yıllarında Panama’yı işgal ederken ‘yeni dünya düzeni’nden bahsetmişti; bu düzen bütün dünyaya ‘barış’ getirecekti.
Amerikalıların Somali işgalinde altı bin insan öldürüldü.
Amerika, Latin Amerika’nın birçok bölgesini ‘uyuşturucuya karşı savaş’ gerekçesiyle işgal etti.
1997 yılında Le Monde Diplomatique, Bolivya’da 1980 yılında yapılan darbenin CIA tarafından, Orta Amerika’da yürütülen uyuşturucu ticaretinden gelen paralarla finanse edildiğini yazmıştı.
Uyuşturucuya karşı savaşı, kötü ruhlara karşı savaş izledi. Bu kötü ruhlar İslam gibi bir din, İran gibi bir ulus ya da Fidel CastroSaddam Hüseyin, Muammer Kaddafi ya da Beşar Esadgibi liderler olabilirdi...
Bunların en önemsizlerinden biri olan General Noriega’nın tutuklanabilmesi için iki bin kişinin hayatına malolan bir işgal gerçekleşmişti. General Noriega, George Bush’un CIA’nın şefi olduğu zamanlarda yakın arkadaşlarındandı. Panama işgal edilirken bu yakın arkadaş, uyuşturucu taciri olarak resmedilmişti.
Noriega da, Latin Amerika’daki birçok diktatör gibi eğitimini ‘School of The Americas’da tamamlamıştı. Panama’nın işgalinden sonra, Panama ve Panama Kanalı Amerika’nın güvenilir ellerine terk edildi.
Bu kötü ruhların başında Saddam Hüseyin geliyordu. O da George Bush’un eski yakın arkadaşlarından biriydi ve aynı zamanda Amerikan ve İngiliz silah endüstrisinin vazgeçilmezlerindendi. Daha önceki ideal ultra kötü ruhlardan olan İran’a karşı yürütülen savaşta, bu endüstrilerin en iyi alıcılarındandı.
Yaklaşık bir milyon insanın öldüğü, on yıl süren Irak-İran savaşında, Saddam’ın  kullandığı kimyasal silahlar Amerika ve İngiliz savaş endüstrisi tarafından üretilmişti.
1990’da Amerika’nın göz yummasıyla Kuveyt’i işgal eden Saddam, ikibinli yıllara doğru arkadaşlıktan ‘Hitler’ çapında kötü ruhluğa terfi ettirilmişti.
Saddam Hüseyin’in Kürtleri, Şii Müslümanları ve diğer azınlıklarla birlikte muhaliflerini baskı altında tuttuğu yeni bir bilgi değildi. Ama yine de savaş ‘kaçınılmaz’dı.
Irak, soğuk savaşın bitiminden sonra 'olağan dışı' silahların kullanılabileceği bir hedef olarak seçilmiş gibiydi. İlk defa Irak’ta seyreltilmiş uranyumdan yapılmış kurşun kullanılmıştı. Yarattığı radyoaktivitenin etkisi, - tıpkı Vietnam’da kullanılan ‘Agent Orange’de olduğu gibi- yıllarca devam edecek olmasına rağmen.
Medyaya düşen  görüntüler, müttefiklerin uçaklarının yıldız savaşları tekniği kullanarak önemli Irak hedeflerini nasıl vurduğunu gösteriyordu; müttefiklerin sivil hayatları korumak için ne kadar özen gösterdiklerinin bir ispatı olarak...
Haberlerdeki aynılık ve duyarlılık göz yaşartıcıydı: BBC “Bombaların bir neşter ustalığında kullanıldığını” söylüyordu. Bu, ‘incelikli’ operasyon ilk sonuçlarını Bağdat’taki Al-Amiriya sığınağının bombalanmasında verdi. Çocuk ve kadınlardan oluşan üç yüz kişi yanarak öldüler.
Amerika, İngiltere ve diğer batılı ülkelerde medya kanalları bu ‘rahatsız edici’ görüntüleri ‘Irak propagandası’ olduğu gerekçesiyle sansürledi. Altı ay sonra Kolombiya Journalism Reviewgörüntülerin orjinalini ele geçirdi.
“Görüntülerde parçalanmış bedenler vardı,” diye yazıyor izleyen muhabir. “Neredeyse tamamı kömürleşmişti. Ölülerin arasında altı tane bebek ve on tane çocuk vardı. Bedenleri tanınmaz hale gelmişti. Gönüllüler sık sık katılarak ağlamaktan çalışmaya ara veriyorlardı.”
Amerikan basın sözcüsü sığınağın ‘askeri fabrika’ olduğunu iddia etti. Halk ve tarafsız gözlemciler Amerikalıların burada yalnızca kadın ve çocukların olduğunu bildiklerini söylediler. Savaş bittikten çok sonra Amerika’nın önemli bürokratlarından biri sığınağın bombalanmasının ‘askeri bir hata olduğunu’ kabul etti. Ancak, bu açıklama hiçbir batılı yayın organında yer almadı ve hiçbir zaman sorgulanmadı.
Müttefikler düzenledikleri basın konferanslarında, askeri hedeflerin dışında hiç kimsenin burnunun kanamadığını anlatmışlardı ama görünen oydu ki Irak ve Kuveyt üzerine atılan 88.500 ton bombanın -Hiroşima’ya atılandan yedi kat daha etkili- yüzde 70’i hedefini şaşırarak yerleşim yerlerine düşmüştü ve sivil halka zarar verilmişti.
Serbest gazeteci Paul Roberts’in tanıklığı şöyleydi: “Ben Kamboçya’daki bombalamaları da yaşadım... Ama bu bütünüyle başka bir şeydi... Yirmi dakika süren halı bombardımanından sonra çocukların ve yetişkinlerin inlemeleri duyuluyordu. Paramparça olmuş bedenler şok halinde birbirlerine yardım etmeye çalışıyordu. Yaralılar ortalıkta dolaşan zombilere benziyorlardı...”
1969-1973 yılları arasında yedi yüz elli bin Kamboçyalı köylü, Amerikan saldırılarında öldürülmüştü. Saldırının gerekçesi Kuzey Vietnamlı gerillaların Kamboçya’da eğitildikleri iddiasıydı.  1973’ün ilk altı ayında İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya’ya atılandan daha fazla bomba Kamboçya’ya atılmıştı. Bu bombaların yıkıcı etkisi de Hiroşima’ya atılan atom bombasından beş kat daha fazlaydı.
Londra’daki Medical Educational Trust’un, Irak'ta kayıplarla ilgili yaptığı araştırmaya göre 250 binden fazla kadın ve çocuk, Amerikalıların direkt saldırısında ölmüşlerdi. Bu rakamlar Amerikalı ve Fransız gizli servislerinin rakamlarıyla -200 binden fazla sivil- örtüşüyordu.
Aynı zamanda 1,8 milyon insanın evsiz kaldığı, Irak’ın elektrik ağının, su ve kanalizasyon alt yapısının, sağlık sisteminin, tarım ve endüstri kaynaklarının büyük ölçüde tahrip olduğu uluslararası yardım organizasyonlarının raporlarında yer alıyordu.
BM’nin Gıda ve Tarım Örgütü yayımladığı bir raporda askeri saldırıların ve ambargonun Irak’ın gıda sektörüne büyük zararlar verdiğini, bunun sonucu olarak 560 binden fazla çocuğun öldüğünü açıkladı. Dünya Sağlık Örgütü bu rakamları doğruladı…
Bugün durup hatırlamamız gereken bütün bunların ABD ve İsrail’in kimyasal silahlar konusundaki ‘hassasiyeti’ ile başlamış olduğu.
2003 yılında Irak  işgali öncesinde "Saddam Hüseyin yönetiminin kitle imha silahları var” tezi gazetelere manşetlerden girmişti.
Uluslararası Atom Enerji Komisyonu Stokholm’de yaptığı toplantıda bu iddiaların mesnetsiz olduğunu açıklasa da, Latin Amerika’daki ‘uyuşturucu kralları’nın yerine ‘nükleer teröristleri’ geçiren medya, batının korunması için seferberlik ilan etmişti bir kere.
Saddam’ın hangi tür silahlara sahip olup olmadığını en iyi bilecek olanlar elbette yine batılılardı; O, zaten batının adamıydı. Reagan ve Thatcher, zamanında onu İran’a karşı silahlarla donatmışlardı. Ama sonraki yıllarda işler karışmış, Amerika, İngiltere, Suudi Arabistan, İsrail, Irak sarmalında petrol, silah ticareti ve bölgesel çıkarlar birbirine girince Batı birden, ülkesini ‘demir yumruk’ ile idare eden Saddam'ın aynı zamanda uluslararası güvenliği de tehdit ettiğinin farkına varmıştı…
Şimdilerde, dokuz yıl boyunca Irak’ta bir türlü bulunamayan bu biyolojik silahların işgalden hemen önce Suriye’ye transfer etmiş olabileceği gündemde.
Malum, ABD Başkanı Obama, Suriye'de kimyasal silah kullanıldığına dair ellerinde kanıt bulunduğunu, ancak söz konusu silahların kimler tarafından ve nasıl kullanıldığını henüz bilmediklerini açıkladı geçen hafta. Tekrarlanması durumunda ise bu durumun oyun değişikliği’ne neden olacağı uyarısında bulundu.
Bütün bu koparılan kıyametin arasında Ortadoğu’nun nükleer silahlara sahip olduğu herkesçe bilinen tek ülkesi üzerine hiçbir söz edilmemekte. İsrail'in BM’in aldığı bütün kararları hiçe sayarak komşularına ve işgal ettiği ülkeye karşı çekinmeden uyguladığı  her türlü terör, ABD tarafından geçmişte olduğu gibi bugün de ‘savunma’ olarak adlandırılmakta. İsrail terörü her türlü yöntemle kutsanırken, ABD tarafından ekonomik olarak da desteklenmekte. Kendi topraklarında yıllardır ‘terörist’ ilan edilen Filistinlilere zulmeden, 1982 yılında Lübnan’ı işgalinde yirmi bin insanı katleden İsrail...
Dün Kudüs’de ‘Mavi Marmara’ tazminat görüşmelerinin ikinci turu vardı. Türk heyeti son üç yılda İsrail'i ziyaret eden en üst düzeydeki ilk heyet olma şerefine erişti. Görüşmeler sonunda iki tarafın da üzerinde mutabık kaldığı bir anlaşma metni taslağı oluşturulduğu söyleniyor.
Ez cümle, tazminat konusunda anlaşma sağlandığında iki ülke arasında diplomatik ilişkiler tam temsil düzeyine yükseltilecek ve hep birlkte başımız göğe erecek…
Sonra biz:  Bu ‘uluslararası güvenlik çalışmaları’ ne menem şeyler; askeri mi, teknik mi, teknomiliter mi? Strateji çalışmaları, bu teknomiliter ‘güvenliği’ hangi özgün yöntemlerle işliyor?
Uzaktan kumandalı katliamlar nerelerde ve nasıl gerçekleşiyor; Afganistan’a sevkedilen ‘demokrasi’ Pakistan’ı nasıl vuruyor?
En son kimyasal silahı Suriye’de kim kullandı; Esad mı? Muhalifler mi? İsrail mi?
Bilgi toplumu -yani ulusu- hangi bilgileri, ne amaçla pazara sürüyor?
... gibi sorularla olduğumuz yerde dövünüp durmaya devam edeceğiz. Ya da bu fokur fokur kaynayan cadı kazanının içinde ‘buz gibi tarafsız’ olmayı öğreneceğiz.