22 Kasım 2014 Cumartesi

2014 Galatasaray Çöküş




Herşey yönetimdeki tutarsızlıkla başladı. Aysal bir süre sonra Türkiye bataklığından çıkamayacağını anlayınca,erken seçimle adeta kaçtı. Çok değil bir iki yıla daha kötüyü göreceğimiz için Faruk süren mertebisinde efsane başkan diye anılır.
Galatasarayın forvet hattı dışında kötü bir kadrosu yok aslında. Ama çok şişkin 35 kişi ve düzensiz bir yapı var.
Prandelli 'de SSk için gelmiş Türkiye'ye. Orta düzey italyan takımlarına dönmeden önce altın vuruş 2.5 milyon euro temiz para.
Nasıl bir çapsızlıktır 30 yaşına gelmiş kadro dışı kalmış Sabriye bel bağlamak,Hakan Balta'dan yeniden sol bek yapmak?
Nasıl bir adalettir bu 10 maçtır formsuzum,kötü oynuyorum diye bağıran Burak-Selçuk ikilisini her maç ilk 11 çıkar..Takımın tek süper starı,bir  şutuyla -böyle iğrenç bir oyun anlayışındaki takımı- kurtarabilecek Sneijder yedek..
10 milyon euro bonservis bedeliyle alınmış Bruma,18 kişilik kadroya bile giremiyor. Son 15 dakika bile denemiyorlar adamı. Sol bek diye bayıla bayıla alınan Telles yine kadroda yok. Bu saydıgım genç oyuncular,takım Trabzon maçına 3 yabancıyla başlarken kadroda yok
Bu arada.Bir kez bile top tutamayan,adam geçemeyen Burak'ı çıkarıp ilk 11de Pandev'i denememek,,başarır ya da başaramaz,,tek 1 maç bile denemiyorsun.
Arkadaşım geçen yıl forvetimizde Drogba gibi bir efsane vardı bu yıl düştüğümüz hallere bak.

Roberto mancini cok deneme yapmıştı,devre arası yanlış transferlerde yapmıştı ama en azından takımı çözmüştü.iyi bir forvet alıp,manciniyle yola devam etsek bu kadar madara duruma  düşmezdi takım.

Milan Baros gibi tek bir forvetimiz olsa,geleni atcak yüzünden mücadele okunacak...
Bu devre arası Sneijder de gider..Burak-selçuk-yekta-hamiti ana...... soksunlar artık.

Tarık diye rüzgarın oğlu bir adam almışsın. adam şampiyonlar liginde 2 maç defansif sıçarttı diye direk sil adamı. Bir daha 11 yüzü görmek yok.Abdülrahim istedi diye Sabriyi anında ilk 11e yaz.

Her maç 4-5 değişik oyunucuyla kadro kur. Bu  nasıl bir stabilitedir.Nasıl takım analizidir.Nasıl futbol anlayışıdır??
He bu stabilite mevzunda Türk futbolunu siken adam Tüpçünün sorumluluğu en üst düzeyde tabi ki.

Stabil bir yönetim gelmeden 2-3 yıl görev alacak,düzgün bir teknik direktör başa geçip kadrosunu kurup iyi 3-4 nokta transferle kendi oyununu oturtmadan dostum,,ligde böyle götüm götüm 2-1 lerle devam ederiz.
 Dortmunda,Arsenal de taşşak geçer. Andarlecht'ede yeniliriz. Açık ve net görünen köy klavuz istemez.

Çağın gerisinde kalmış hadi koçum anlayışında Abdülrahim (D)albayrak zihniyetinin Fatih terime ne kadar uygun olduğunu görüyoruz bir kez daha.
At sahibine göre kişner. Ön hazırlık yapmazsan,bir planın olmadan bodozlama iş yaparsan olacağı ancak budur.

6 Ekim 2014 Pazartesi

Turkiye'nin Hatasi nerede-- insaata devam,kobilere selam


Hic kimse Turkiye ekonomisinden, bir Almanya & Japonya sanayi gucu ve teknolojisi beklemiyor. Ya da Birlesik Arap Emirlikleri , Norvec oil&gas uretim gucu beklemiyor (zaten boyle bir yeralti kaynagida yok)

Ama,cogu sanayi yatirimini "return of investment" uzun zaman aliyor diye durdurup,rant anlayisiyla,devlet tesvigiyle, onune gelen insaat-gayrimenkul sektorune girerse...dusuk kredi,ic buyumeyle ekonomide ancak bu kadarini basarabilirsin.

Cok meshur bir ornek vardir, 2002 yilinda Turkiye ile Guney kore'yi kiyaslarsaniz,ekonomik gelismislikte hemen hemen yakindir bu iki ulke. 2002 -2014 yillarinda Vestel,Arcelik'i LG ve Samsung ile kiyaslayin,bakin bakalim ucurum nasil olusmus.
Guney Kore firmalarinin geldigi noktayi hepimiz goruyoruz. Guney Kore arabadan,akilli telefona,lcd tvden helikoptere herseyi dunya standartlarinin ustunde yapip satabiliyor ve butun dunya da bu urunleri kullaniyor.Dogal olarakta adamlar cari fazla veriyor.

Bugun Malezya oil&gas da muhendislik hizmeti saglayan,endustriyel ekipman ureten,hizmet satan,uluslarasi gecerliligi olan bir ulke. Biz ne yaptik peki? Dunyanin en karli sektoru oil&gasda  muteahitlik (insaat buyuk endustriyel projelerde ,butcenin %30 una ancak denk gelir) ve boru hatti projeleri disinda ne yapabiliyoruz? Muhendislik ve operasyonla,lisans alabilmeyle ilgili ne yaptigimiz gorulmus?
Tarihi iliskilerimiz olan Irak'tan hangi petrol sahasi isini ana sirket olarak alabildik,ya da kardes ulke dedigimiz Azerbaycan'da ingilizlerin taseronlugu disinda ne is alabildik, hangi petrol sahasinda,rafineri projesinde ana ortak rolu alabildik. Varsa yoksa taseronluk yaptik. Bir tane Turk oil&gas production& exploration firmasi soyleyin bana? (Genel Enerjinin kuzey irakta petrol sahasi lisanslari var,orta duzey uretimde yapmaya basladi ama kuresel bir oyuncu degil henuz, Sahalarin %50 sinde isvicreli ortagi var)

Cok buyuk bir siyasi guc ya da teknoloji gerektirmeyen sektorlere bakalim. Dekorasyon-ic dizayn-tasarim- tekstilde dunya markasi olmaktan bahsedelim. Modern dunyada ,gelismis ulkelerde ve gelismekte olan ulkelerin %70 indeki evlerde Ikea ile ilgili bir urun bulunmaktadir.

Ya da 16-35 yas arasindaki insanlarin %70inin uzerinde H&M den bir urun bulunmaktadir. Bu Isvec'in marka olma basarisidir.Bunu gerceklestirmek icin ileri teknoloji yada cok buyuk yatirim maaliyeti gerekmiyor.Bunun icin yaratici dusunce,girisimcilik ve globalismi dogru kanalize edebilme gerekmektedir.(Modern dunyada potansiyel musterinin ihtiyacina stilistik dizayn sunarak)

Gunun gerektirdigi urun ihtiyaclarini belirlemek,bos marketleri kesfetmek gerekiyor.Sunacaginiz urune,fikre bir yaraticilik bir ozen katmaniz gerekiyor.Yani bir planiniz olmasi gerekiyor.

Bunlari basarabilmek icinde "iyi yetismis,egitimli insan gucu" gerekiyor tabiki. Burdaki en buyuk problemde, duzgun bir egitim sistemimiz yok. hayatta herseyi kisa yoldan yapmaya ozendirilen bir toplum yapisi soz konusu ulkemizde.Erdem,dogruluk,saygi,insani deger kavramlari her gecen daha da yok oluyor.
Butun bunlari bir araya getirince,yerinde sayip ,gunu kurtarmaya calisan bir toplum olusuyor haliyle.
Cok degil son bir yil icinde bir bakan aciklama yapiyor "Turk toplumundan mucit,girisimci beklemeyin. Biz ara eleman yetistiriyoruz!!"
Bu durumda dogal olarakta,Turkiye'nin deniz asiri tek urunu Abazanligi oluyor.


Turkiye ekonomisi, her yil ithalat ihracat farki 50 milyar dolar seviyesinde acik veriyor.(ithalat fazlaliginin temel nedeni Enerji,otomotiv,yuksek teknoloji urunleri)

Ulkemizde duzgun olan seylerde var tabi ki (Hizmet sektoru iyi duzeyde,bankacilik ve turizm gayet iyi.
Kobi duzeyi uretim-Quantitative mass productionda (PVC,kapi,plastik dograma,yapi malzemesi,yan sanayi,global marka olamamis tekstil urunu,tuketim mamulleri,perakende urunleri gibi) Irak'ta,ortadogu'da buturden mamullere bakarsaniz  cogu urun Turkiye'den geliyor,cunku Turkiye bu memleketler icin bir rol modeli) Ama kobi duzeyinde uretim,bulk urunler adetsel kazanc sagliyor.
innovasyon ,katmadeger katmayan urunler sizin ekonominizi kalkindirmaz,gunu kurtarmaya calisirsiniz. Bugun Turkiye'nin yaptigi gibi.



4 Ekim 2014 Cumartesi

Yeni Ortadogu ???


Levent Kara'nin makalesinden once enteresan bir durumu eklemek gerekli,
ISID (Daas) in Musul'u ele gecirmesinden sonra,Iran'in politik olarak eli zayifladi, Irak'in sii bolgesinin korunmasi (Kerbela,Basra,ve Bagdat'in bir bolumu) Iran icin en onemli problem haline geldi. Ayrica,ISID in kuzeyde komple Suriye-Irak'i ele gecirmesi,arada sadece tampon Kurt bolgesinin (Dohuk,Zaho,Erbil) kalmasi da Iran'in suriye ile olan fiziksel bagini cok zayiflatti.
Filistin'e politik olarak en buyuk detegi veren Iran'in bu durumda olmasi, Israil'e 2014 temmuz ayinda(Ramazan ayinda) koklu bir operasyon yapma sansi verdi. Ayrica,Isid'in aciklamalarinda Israil'e yonelik hicbir tehditin olmamasi da manidardir.Olaya bu acidan bakinca,Isid in temelinde degil de yonlendirilmesinde cok farkli senaryolarin olabilecegini gosteriyor.

ikinci bir mevzuda tarihten,anglo saksonlarin politik oyunculuklarindan aci bir ornektir.

""Bir zamanların sömürgeler bakanı ve sonraki yillarin ingiltere basbakani Churchill’in hakkinda soyle bir yazi vardi:
“sadece üç gün içinde bakan ve kırk danışmanı yeni bir Ortadoğu haritası ve iki ülke yarattılar. Onlara isim verdiler, hükümdarlarını belirlediler. Sınırlarını parmaklarıyla kumun üzerine çizdiler ki, ilkine yani Dicle ve Fırat tarafından kucaklanan ve ilk kitapların çamurunu vermiş olana Irak, Filistin’den kopartılana ise Ürdün dediler. Sömürgelerin isim değiştirmeleri, Arap krallıklarına dönüşmeleri ya da en azından öyle görünmeleri acil bir konuydu. İvedilik arzeden bir diğer konuysa bu sömürgeleri bölüp parçalamaktı. Emperyal hafıza en iyi yöntemin bu olduğunu söylüyordu. Boşta gezen Prens Faysal Irak’a, kardeşi Abdullah ise Ürdün’e kral yapıldı. Onlar, Arabistanlı Lawrence’nin tavsiyesiyle giderleri Britanya bütçesinden karşılanan bir aileye mensuptular. Yeni ülkelerin yaratıcıları Irak ve Ürdün’ün doğum evraklarını Kahire’deki Semiramis otelde imzalayıp, ardından da piramitlere gezintiye gittiler…”



CÖZÜLEN EMPERYALİST HEGEMONYANIN KONTROLSÜZ GÜCÜ
ESKİ ORTADOĞU’NUN ÖLÜM TELLALI IŞİD- Levent Kara
IŞİD gerçeği, ancak örgütün içinde geliştiği konjonktür bağlamında anlaşılabilir, abartı ya da şeytanlaştırmalarla değil. Bu konjonktürü belirleyen ise ABD emperyalizminin hakimiyet krizi ve neoliberal yenisömürgeciliğin krizidir. Ortadoğu’da emperyalist müdahaleciliğin geçirdiği evreler incelendiğinde IŞİD’in, hem bir sonuç hem de bir araç olduğu görülecektir. IŞİD krizi fırsata çevirme mantığıyla araçsallaştırılmaya çalışılan bir sonuçtur
Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) 10 Haziran 2014’te Musul’u ele geçirdi, Suriye-Irak sınırını kaldırdığını ilan etti ve ilerleyişini sürdürdü. Bütün bölge halklarına dehşet saçtığı gibi dünyayı da alarma geçiren IŞİD adlı, El Kaide çizgisinden türeyen bu cihatçı çete yalnız cennete gitme hayaliyle kafa kesen canileri bir araya getiren bir çeteden mi ibarettir? Yoksa Ortadoğu’da bir dönemi kapatıp yenisini açan bir kurucu siyasi aktör mü? Ne kadar içeriden ne kadar dışarıdan, ne kadar gerçek ne kadar sanaldır?
IŞİD gerçeği, ancak örgütün içinde geliştiği konjonktür bağlamında anlaşılabilir, abartı ya da şeytanlaştırmalarla değil. Bu konjonktürü belirleyen ise ABD emperyalizminin hakimiyet krizi ve neoliberal yenisömürgeciliğin krizidir.
IŞİD’in Musul’u ele geçirmesiyle tetiklenen olaylar zincirinin anlattığı gerçeklik şudur: Ortadoğu’da Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’yla başlayıp bugüne kadar gelen bir dönem kapanmış, bu dönemin gerek egemenler gerek ezilenler açısından çözümsüz kalmış sorunlarına yerel, ulusal, bölgesel ve uluslararası çatışmalar yoluyla çözümlerin aranacağı yeni bir çatışma süreci başlamıştır.
IŞİD ise dönem kapatıp dönem açmamış ancak bir dönemin kapanışının ilanına vesile olmuştur. (IŞİD’in dönem kapatıp dönem açan bir aktör olduğu iddiası ile ancak Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın Avusturya veliahdı Arşidük Franz Ferdinand’ı öldüren Sırp milliyetçisi tarafından çıkarıldığı iddiası arasında paralellik kurulabilir.)
Ortadoğu’da emperyalist müdahaleciliğin geçirdiği evreler incelendiğinde IŞİD’in, hem bir sonuç hem de bir araç olduğu görülecektir. IŞİD krizi fırsata çevirme mantığıyla araçsallaştırılmaya çalışılan bir sonuçtur. ABD emperyalizmi 11 Eylül 2001 sonrasında “terörizmle savaş” konsepti çerçevesinde tek taraflı askeri müdahalelere (açık savaş ve işgal) giriştiğinde, El Kaide ve benzeri radikal İslamcı hareketleri müdahalelerini haklı göstermek için kullanmıştır. ABD, 2006 sonrasında bizzat savaşmak yerine işbirlikçi bölgesel güçleri öne çıkarmak için “Sünni ekseni”ni teşvik ettiğinde mezhepsel fay hatlarını bölge çapında harekete geçirmiş, 2011 Arap halk hareketleri sonrasında ise “mezhep temelli vekalet savaşları” ile yeni bir müdahaleciliğe girişerek, cihatçı çetelere davetiye çıkarmıştır.
IŞİD’in varlığının bazı sorunların çözümü için kullanılıyor olması başka sorunlar yaratmayacağı anlamına gelmediği gibi, IŞİD, çözümünü bu çatışma içinde arayanlar için bizzat dahil olmaktan kaçamayacakları bölgesel bir askeri çatışmadan ötesini garantilememektedir. Bunun geniş katılımlı bir savaş olacağı kesin, ancak kimin kazanacağı meçhuldür. İlk aşamada bu durumdan istifade eden, hatta IŞİD’e yol verdiği yönünde ciddi iddialar bulunan Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Türkiye, ABD ve Körfez monarşileri de IŞİD’le karşı karşıya gelmekten kaçamamıştır.
ABD emperyalizminin ilgisi Asya’ya kayarken
Reel sosyalizm sonrası emperyalist sistemin iki yükselen gücü haline gelen Çin ve Rusya, ABD’nin Ortadoğu bataklığında ağır bir bedelle yüz yüze geldiği 2000’li yıllarda enerji kaynaklarına hakimiyet ve ekonomik üretkenlik, askeri güç ve nüfuz alanlarını genişletme bakımından önemli ilerlemeler kaydetti.
Rusya’nın Orta Asya, Güney Kafkasya ve Doğu Avrupa’da ABD-NATO eksenine karşı yürüttüğü hakimiyet mücadelesi Mart 2014’te Kırım’ın ilhakıyla yeni bir aşamaya taşındı. Rusya 2008’de iki özerk cumhuriyeti fiilen kendine bağladığı Gürcistan müdahalesinin ardından bu kez Doğu Avrupa’da Ukrayna üzerinden yürüyen kapışmada Kırım’ı kendine bağlamış oldu. Rusya’nın Gürcistan ve Ukrayna hamleleri, NATO’nun bu iki ülkeyi de kapsayan, Avrasya’yı (Rusya ve Çin’i) kuşatacak genişleme planlarına vurulan bir darbe oldu.
Daha sonra Rusya, ABD-AB cephesinin Ukrayna gerilimi karşısında ekonomik yaptırım kartını boşa çıkaran ve orta-uzun vadede ABD açısından büyük risk ifade eden bir adım attı. Mayıs 2014’te Rusya ve Çin’in imzaladığı enerji anlaşması ile Çin 30 yıllık enerji ihtiyacını Rusya sayesinde güvenceye alırken Rusya da Çin sermayesinin yatırımları ile ekonomisini ayakta tutacak. Bu şekilde ABD ve AB ülkeleri açısından Avrasya’nın iki devi, daha doğrusu 2000’lerin yükselen iki gücü Rusya ve Çin’in hareketlerini zaptedilebilir kılan “bağımlılıklar” sınırlanmış oldu. Bir taraftan kendi topraklarındaki kayagazı keşfiyle enerjide Ortadoğu petrolüne bağımlılığı azalan bir taraftan da Çin gibi rakip güçleri Ortadoğu petrolünün ticareti üzerinde hakimiyet kurarak kontrol altında tutma siyaseti boşa çıkan ABD açısından ise uluslararası politika öncelikleri değişmeye başladı.
Çin ekonomisinin büyüklüğünün 2014 yılı sonunda ABD ekonomisini geçmesi ve önümüzdeki yıllarda da arayı açması öngörülüyor. Savunma bütçesini istikrarlı olarak artıran ve 2020’ye kadar 4 uçak gemisine sahip olmayı planlayan Çin’in askeri planları da ABD’yi endişelendiriyor. Yakın gelecekte Çin’in dünya ekonomisindeki başat güç haline gelme ve ABD’nin okyanuslardaki hakimiyet tekelini kırma olasılığından endişe eden ABD için Asya’da başka can sıkıcı gelişmeler de var. Japonya’da milliyetçi Şinzo Abe hükümeti anayasal değişikliklerle II. Dünya Savaşı’nın ardından yeni bir militarizasyon sürecinin kapılarını araladı. Bu hem Çin’in hem de Güney Kore’nin tepkisini çekti.
Bunun yanında Dünya ekonomisinin “kurallarını”, kendi yükselişlerini destekleyecek yönde değiştirmek isteyen Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika, 100 milyar dolar sermayeli bir bankanın kuruluşunu açıkladılar. Yeni banka IMF-Dünya Bankası ikilisinin etkisi dışında kalacak, Putin’in deyimiyle, “ülkeleri ABD ve müttefiklerinin baskılarına karşı koruyacak.”
Almanya CIA’nın Alman liderleri izleme faaliyetlerinin deşifre olmasının ardından 10 Temmuz 2014’te Berlin’deki CIA istasyon şefinin ülkeden ayrılmasını talep etti. Üstelik akabinde tartışma konusu olan yalnızca Almanya ve ABD arasında 1945’ten bu yana ilk kez bu ölçekte büyük bir çatlak yaşanması değil aynı zamanda sanayi devi Almanya’nın enerji devi Rusya’yla giderek yakınlaşan bir ilişki içinde olmasıydı.[4]
Tüm bunlar ABD’nin hem II. Dünya Savaşı hem de Soğuk Savaş sonrası elde ettiği hakimiyetin erimesine dair köşe taşları olarak beliriyor. İşte bu koşullarda Asya ile daha fazla ilgilenmesi gereken ve hakimiyetin erimesini frenlemek üzere Ortadoğu’da dahil olunan savaşların ise beklentilerin tersine bir etki yaptığını gören ABD mümkün olduğunca çatışmanın gerisinde duruyor. Askeri birliklerini konuşlandırmasına gerek kalmadan, işbirlikçilerini destek amaçlı sınırlı hava saldırıları ve askeri danışmanlığın ötesine geçmeden yönetebileceği bir Ortadoğu istiyor.
Emperyalist müdahalede tek taraflılıktan taşeron zincirine
11 Eylül 2001 saldırılarının ardından ABD, bütün dünyada belirsiz bir düşmana (ama genel olarak “radikal İslamcı” bir düşmana) karşı tek taraflı olarak ya da koalisyonlarla askeri müdahaleler gerçekleştirmesine imkan veren “terörizmle savaş” kampanyası ile Afganistan’dan başlayıp Irak’la devam eden bir askeri maceraya girişmişti. “Ya bendensin ya da düşmanımsın” diyen ABD karşı konulmaz askeri gücü ile “terörist ya da terörizme destek veren” düşmanlarını alt edecek, böylece hem ABD emperyalizmiyle bütünleşmeyen bölgelerin bütünleşmesini hem de dünyanın geri kalanının ABD’ye biatını sağlayacaktı. Ne var ki Irak ve Afganistan’da işgal karşıtı direniş sayesinde ABD’nin askeri gücünün karşı konulmaz olmadığı, hasım devletleri yıkabildiği ancak kendi başına yeni bir düzen tesis edemediği görüldü. Üstelik bu ders pahalıya patlamıştı. Brown Üniversitesi’nin 2001-2011 arası Irak, Afganistan ve Pakistan’daki savaşların parasal ve insani maliyetine ilişkin hesaplamasına göre; 10 yılda savaş ABD’ye 8 bin 300’den fazla can kaybına ve 4.4 trilyon dolara mal olmuştu.Uluslararası alanda merkezkaç eğilimlerin güçlenmesi, Rusya ve Çin’in bağımsız hareket kapasitelerini artırarak yükselişi, Ortadoğu’da İran, Suriye, Lübnan Hizbullah’ı ve Hamas’ı içeren ABD-İsrail karşı bir direniş ekseninin oluşumu gibi politik maliyetler de vardı.
ABD hem Ortadoğu’daki savaş bataklığından kurtulmalı hem de çıkarlarını güvence altına almalıydı. Bu da bölgenin emperyalist sistemle bütünleştirilmesi sürecini ABD yerine işletecek bölge güçlerinin rol almasını gerektiriyordu. İran’ın başını çektiği direniş ekseni geriletilmek bir yana bölgedeki gücünü tahkim ederken, Aralık 2010’da Tunus’ta patlak verip bütün Arap ülkelerine yayılan halk hareketleriyle emperyalizm işbirlikçisi Tunus ve Mısır diktatörlerinin koltuğundan edilmesi müdahaleyi kaçınılmaz kılmıştı. Tam da burada Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar sahne aldı. Bu ülke iktidarlarının ortak özelliği, ABD askeri aygıtına ve neoliberal dünya ekonomisine entegre olmalarının yanı sıra Şii ağırlıklı “direniş ekseni” karşısında Sünni mezhepçi bir müdahaleciliği de savunuyor olmalarıydı.
Müdahale Basra Körfezi’nde ABD filosuna limanlık yapan küçük ada ülkesi Bahreyn’le başladı. Çoğunluğunu Şiilerin oluşturduğu yoksul halk, Tunus ve Mısır’dan esen başkaldırı rüzgarına eklenerek ABD işbirlikçisi Sünni monarşiye karşı isyan etmiş, iktidar sallantıya girmişti. Suudi ordusu 15 Mart 2011’de adaya girerek bu halk hareketini kanlı bir şekilde bastırdı. Suudi Arabistan ve Katar’ın başını çektiği Körfez İşbirliği Konseyi, Libya’da Kaddafi yönetimine askeri müdahaleye de açık destek vererek Kaddafi’nin yasadışı olduğunu, isyancılara destek için Libya’da uçuşa yasak bölge ilan edilmesi gerektiğini açıkladı. NATO müdahalesi konusunda ilk başta durumu algılayamayıp itiraz eder görünen AKP, Türkiye’nin çağrılmadığı toplantıda alınan müdahale kararı sonrası kendisine biçilen rolü üstlenerek limanlarını ve donanmasını bu işgal için seferber etti. Türkiye ve Katar, Libya’daki operasyonlarda saha rolü de üstlendi. Libya’ya yönelik NATO operasyonunda, “diktatörlüğe karşı mücadele edenlerin maruz kaldığı şiddeti önleme” bahanesiyle “insani müdahale” adı altında yıkıcı bir askeri müdahale gündeme geldi. NATO’nun ilk olarak 1999’da Yugoslavya’da uyguladığı “insani müdahalecilik” modeli, 2011 sonrası Ortadoğu’da yeniden üretildi.
Türkiye, Katar, Suudi Arabistan, çatışmanın silahsız olarak ilerlediği Tunus ve Mısır’da da sahnedeydi. Neoliberal diktatörlüklere dönüşmüş çürümüş Arap milliyetçisi rejimlere isyan şeklinde gelişen halk hareketleri, talepleri itibariyle sistem açısından bir tehdit oluştursa da iktidarı alabilecek sübjektif koşullardan henüz yoksundu. İşte bu koşullarda bu üç ülke bu kez neoliberal sistemin İslamcı alternatiflerini ABD-İsrail ile uyumlu bir çizgide iktidara yönlendirme konusunda rol aldı. Katar ve Türkiye Müslüman Kardeşler’i, Suudi Arabistan da Selefi Nur Partisi’ni destekledi. Katar’ın finansman sağladığı, AKP’nin siyasi danışmanlık ve akıl hocalığı yaptığı Müslüman Kardeşler diğer siyasal güçlerin örgütlenmesine fırsat verilmeden yasal engeller ve finansal eşitsizlikler içinde gerçekleşen seçimlerde galip gelerek iktidarı aldı. Tunus’ta da aynı üçlünün desteğini alan İslamcı Raşid Gannuşi liderliğindeki Nahda iktidara geldi.
Emperyalizmin aktif taşeronlarının edindiği bu özgüven Suriye’de de Libya’daki “insani müdahale”nin model alındığı ancak tamamına erdirilemeyen yeni bir müdahale girişiminde yansımasını buldu.
İktidarın Müslüman Kardeşler’le paylaşılması zorlamasını reddeden Beşar Esad ilk başta demokratik kitle gösterileri biçiminde gelişen hareketin, rejimin şiddetini de fırsata çevirerek kısa sürede dünyanın dört yanından akın eden cihatçı çetelerin yer aldığı bir iç savaş halini almasıyla yüz yüze geldi. Bu savaşta yine Katar ve Suudi Arabistan finansör, Türkiye ise lojistik, uluslararası PR/propaganda, siyasi danışman/“iktidar alternatifi muhalefet yaratma” rolünü üstlendi. AKP iktidarı Libya’daki “insani müdahalecilik” modelinin Suriye’de uygulanacağı bir zemin hazırlamak için elinden geleni yaptı. Savaş henüz bir mülteci akınına yol açmamışken sınır bölgelerine kurulan mülteci kampları ile belli bir mülteci sayısı “kırmızı çizgi” ilan edilerek bir dış müdahaleye gerekçe oluşturulmaya çalışıldı.
Emperyalizmin aktif taşeronları, Sünni cihatçıları kullanarak mezhepçi bir iç savaş yoluyla ülkenin Sünni çoğunluğunu Esad rejiminden koparmayı ve rejime karşı harekete geçmeye sevk etmeyi denedi. Bir taraftan da İstanbul ve Antalya’da organize edilen toplantılarla, uluslararası alanda Suriye halkının meşru temsilcisi sayılacak Müslüman Kardeşler ağırlıklı bir siyasi alternatif oluşturulmaya girişildi. Bu toplantılarda imal edilen “Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu”, ABD dahil pek çok ülke tarafından Suriye halkının “meşru temsilcisi” olarak tanındı ve bir geçici hükümet ilan etti. ÖSO ise bu “meşru” yönetimin silahlı gücü olarak gösterildi. 
Böylece Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin ABD’nin aktif taşeronu olduğu, Müslüman Kardeşler ve Selefi cihatçıların da bu aktif taşeronların alt-taşeronu olduğu emperyalizm hizmetinde bir taşeron zinciri açığa çıktı. Ancak asıl işveren emperyalizm, krizini taşeron yenisömürge ve işbirlikçilerine ihraç ederken, krizi fırsata çevirme rüyası gören taşeronlar da geri dönüşü olmayan kabus gibi bir gerçekle yüz yüze geldi.
Cihatçı çeteler içinde önce El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra, daha sonra da Nusra’nın “ılımlı” diye anılmasına yol açan radikalizmiyle El Kaide’den kopan IŞİD öne çıkıp diğer grupları kendilerine biat etmeye zorladı. Böylece Suriye’ye gönderilen binlerce TIR silah, “insani yardım” ve milyarlarca dolar finansal destek doğrudan ya da dolaylı olarak IŞİD’in eline geçti. IŞİD’in İslam Devleti adını alarak Musul’da sınırları belirsiz bir hilafet devleti ilan etmesinin akabinde Temmuz 2014’te Suriye Ulusal Koalisyonu da “geçici hükümeti” feshetti. Kelimenin gerçek anlamıyla kukla bir siyasi alternatif oluşturma girişimi başarısızlığa uğramış, kontrolü güç, tehlikeli bir çocuk olarak “IŞİD” doğmuştu.
Hakimiyet krizinin taşeronlara ihracı
ABD askerlerinin 30 Haziran 2009’da Irak kent merkezlerinden çekilmesinden sonra NATO güçlerinin hava saldırılarıyla gerçekleştirilen Mart 2011 Libya müdahalesi dışında bütün müdahaleler Türkiye-Katar-Suudi Arabistan ve onların yönlendirdiği Müslüman Kardeşler-Selefi cihatçılar ağı ile gerçekleşti. Ancak Tunus, Mısır, Libya, Suriye, Irak, Kürdistan ve Filistin’de yürütülen operasyonlar başarısızlıkla sonuçlandı. Bu durum özellikle bölge ülkelerindeki Müslüman Kardeşler örgütlenmeleri üzerine yatırım yapan ve emperyalizm işbirlikçisi politikaları görece bağımsızlıkçı bir retorikle sürdüren Katar ve Türkiye açısından telafisi olmayan maliyetler yarattı. Bu iki ülke ile birlikte hareket eden ancak hem Müslüman Kardeşlere karşı Selefi hareketleri destekleyen hem de eylemi gibi söylemi de ABD-İsrail çizgisinde olan Suudi Arabistan ise daha korunaklı bir pozisyonda kaldı.
Mısır ve Tunus’ta halk ayaklanmalarını izleyen seçimlerin ardından kurulan Müslüman Kardeşler iktidarları, halk hareketinin taleplerini karşılayıp sisteme eklemlemek bir yana halkın şikayet ettiği neoliberal, çürümüş ve despotik eski düzeni İslamcı baskı ile sürdürmeye kalkışınca yeni ve yer yer daha güçlü bir halk tepkisini tetiklediler. Mısır’ın Muhammed Mursi liderliğindeki Müslüman Kardeşler (MK) iktidarı Temmuz 2013’te dev kitle gösterilerini takip eden bir askeri darbe ile, Tunus’un yine MK kökenli Gannuşi liderliğindeki İslamcı Nahda iktidarı Ocak 2014’te kitle gösterilerinin ve laik muhalefetin basıncı altında devrildi.
Irak’ta AKP’nin Şii Nuri el Maliki’ye karşı desteklediği Sünni mezhepçi Tarık Haşimi, seçim yenilgisinin ardından mezhepçi terörü körüklediği suçlamasıyla idam cezasına çarptırılınca Türkiye’ye kaçtı. Libya’da İslamcı iktidar ulusal bütünlüğü sağlayamadı ve ülke 2014’te askerlerin yeniden sahne aldığı bir iç savaşa saplandı. 13 Eylül 2012’de cihatçıların ABD’nin Libya büyükelçisini öldürmesi, ABD’nin artık cihatçıların devreye sokulduğu müdahale planları karşısında daha eleştirel ve mesafeli bir tutum alacağı bir milat oldu.
Suriye’deki iç savaşta Rusya ve Çin’in uluslararası, İran ve Hizbullah’ın bölgesel desteğini arkasına alan Esad yönetimi Türkiye-Katar-Suudi Arabistan’ın planlarını boşa çıkardı. Suriye Kürdistan’ında Barzani kontrolünde ve PKK’ye mesafeli bir inisiyatif geliştirme çabaları KCK sisteminin bir parçası olan PYD’nin kontrolünde özerk bir Kürdistan yönetimi kurulması ile bozuldu. “Direniş ekseninin” tek Sünni bileşeni olan Hamas, AKP ve Katar’ın yoğun gayretleriyle siyasi bürosunu Suriye’den Katar’a taşımış ve böylece Hamas’ın İran-Suriye-Hizbullah eksenine mesafe koyması sağlanmıştı. Ancak Müslüman Kardeşler’in Mısır ve Suriye’deki yenilgisinin ardından zorunlu olarak ve yeniden İran’a yakınlaşmaya başladı. Yüzünü İran’a dönmeye başlayan yalnızca Hamas değildi. Ağustos 2013’te İran cumhurbaşkanlığına “diyalog ve uzlaşma” vaadiyle Hasan Ruhani’nin seçilmesiyle birlikte ABD de İran’la yapıcı bir ilişki kurmaya yöneldi. Obama’nın telefon hattını Tayyip Erdoğan’a kapadığı dönemde Ruhani ile bizzat görüşmesi (ABD-İran başkanları arasında 1979’dan bu yana yapılan ilk görüşme) Ortadoğu’daki dengelerin ve ABD dış politikasındaki değişimin sembolik önemi büyük gelişmelerindendi.
2013 yazında aktif taşeronlar açısından pek de parlak olmayan bir manzara açığa çıktı: Cihatçılar eliyle yürütülen mezhepçi çatışmalarla İran-Suriye-Hizbullah eksenini, bölgesel ve uluslararası ilişkilerin düğüm noktası Suriye’de yenilgiye uğratma ve Müslüman Kardeşlere dayalı yeni işbirlikçi iktidarlar yaratma planları suya düşerken, Türkiye ve Katar başta olmak üzere bu planların yürütücüleri ekonomik, toplumsal ve politik maliyetlerle yüz yüze geldi.
Haziran 2013’te Mısır’da MK iktidarı kitle gösterileri ile sarsılırken ciddi bir kırılmanın işaretleri beliriyordu. 25 Haziran 2013’te ABD müdahalesinin mutlak belirleyici olduğu Katar’da ani bir iktidar değişikliği oldu ve Katar emiri 1995’te darbe ile babasından aldığı tahtı 18 yıl sonra oğluna devretti. Akabinde ABD ve Suudi Arabistan destekli Mısır ordusu 3 Temmuz’da kitle gösterilerini de manipüle ederek Mursi’yi devirdi. MK kadroları büyük çaplı bir tasfiye ve sindirme operasyonuna maruz kaldı. Bölgesel MK ağı moral, finansal ve siyasal merkezini yitirdi. Suudi Arabistan ve desteğindeki Selefi İslamcılar darbeye destek verdi. Suudi Arabistan daha sonra MK dahil kendi çizgisi dışındaki bir dizi İslamcı örgütü “terörist” ilan edecekti.
MK’yı hezimete sürükleyen siyasal maceranın birinci derecede yönlendiricisi/modeli AKP ise yalnızca “bölgesel güç” hesaplarının dayanağını değil (bir kısmını düşmanlaştırıp diğer kısmını hayal kırıklığına uğratarak) Ortadoğu’daki siyasal aktörlerin güvenini ve emperyalizm açısından işlevselliğini de yitirdi. Bu durum, Ekim 2013’te yayımlandığında, ABD’nin Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu çizgisinin üzerini çizdiği ve AKP’yi köklü bir değişikliğe zorladığı yönünde yorumlara neden olan, Abramowitz-Edelman’ın “Retorikten gerçekliğe: ABD’nin Türkiye politikasının yeniden düşünmek” raporuna şu ifadelerle yansıdı:
“Türkiye’nin Ortadoğu’daki olayları etkileyebilecek pek az politik gücü kaldı. ‘Komşularla sıfır sorun’ vizyonunu izlediği dönem sonrasında elde yalnızca sorunlar var. Suriye’de Esad’ın gönderilmesini istedi, Mısır’ın yeni askeri hükümetini tanımadı, İsrail ile diplomatik ilişkileri kopardı, NATO’nun radar tesislerini kabul ederek ve Suriye’deki ayaklanmacılara destek vererek İran’ı öfkelendirdi, Bağdat’taki merkezi hükümetle kavga etti, Müslüman Kardeşler’i ölümüne savunarak güçlü Körfez ülkelerini sinirlendirdi, temelsiz ithamlar ve komplo teorileriyle Avrupa’yı kendinden uzaklaştırdı…”
AKP’yi Ortadoğu’da etkin rol alması için teşvik eden, MK projesine ve mezhepçi iç savaşa ilk başta yol veren ABD, başarısızlığın ardından kabahati üstlenmiyor, taşeronu suçluyordu. Politik maliyet, milyonlarca mültecinin yol açtığı ekonomik-sosyal maliyet ve savaş ekonomisiyle ikame edilmeye çalışılan bölgesel yatırım ve ticaret kayıpları ile birlikte aktif taşeronların kucağına bırakılmıştı.
Niyet, kriz, kısmet: IŞİD
Ortadoğu’da ABD işgali ve Arap halk hareketlerinin ardından tetiklenen değişim sürecini mezhep eksenli siyasal ve askeri çatışmalarla yönetme çabası başarısızlığa uğradı ancak gerçekleşmeyen hayaller karşısında gerçekleşen bir kabus da vardı.
2003 Irak işgalinden sonra ABD’nin de teşvikiyle siyaset alanının etnik-mezhepsel bir temelde dizayn edilmesi işgal altındaki ülkeyi yönetmeyi kolaylaştırıyordu. Başbakanlığın Şiilere, cumhurbaşkanlığının Kürtlere, meclis başkanlığının Sünnilere verildiği iktidar denklemi Irak’ı etnik-mezhepsel temelde bölerek “bir arada” tutuyordu. Siyasal alanı mezhepsel bir temele çeken bu durum işgale karşı direnişe de yansıdı ve Baas’ın dağıtılmasının ardından özellikle Sünni bölgelerde yoğunlaşan direniş eğilimleri El Kaide uzantısı gruplar tarafından daha kolaylıkla örgütlenmeye başladı. İşgal karşıtı öfke hem ABD’ye hem de işgalin ardından pozisyonları güçlenen Şiilere yöneliyor, ABD de başarılı bir ulusal kurtuluş hareketine dönüşmesi mümkün olmayan mezhepçi direnişin bu rotada kalmasını tercih ediyordu. El Kaide ve uzantısı olan örgütlerin mezhepçi şiddeti zaten ABD tarafından emperyalist müdahalelere meşruiyet kazandırmak için kullanılıyordu.
Bugün IŞİD’in ilan ettiği hilafet devletinin haritası, Aralık 2004’te Bush yönetimi döneminde ABD Milli İstihbarat Konseyi tarafından hazırlanan raporda öngörülmüştü: “ABD çıkarlarına tehdit oluşturabilecek mevcut trendleri öngörmek suretiyle sonraki Bush yönetimini kendisini bekleyen zorluklara hazırlamak” amacıyla hazırlandığı belirtilen NIC raporunda, 2020’de İspanya’dan Güney Asya’ya uzanan bir “Hilafet Devleti” kurulacağı ve bunun da Batı demokrasisi ve değerlerini tehdit edeceği yazılmış: “Acı bir ironi içinde hilafet projesi, bir propaganda enstrümanı olarak on yılı aşkın bir süredir ABD istihbaratının gündemindedir. Aralık 2004’te Bush yönetimi döneminde Milli İstihbarat Konseyi, Batı Akdeniz’den Orta Asya’ya ve Güney Doğu Asya’ya kadar uzanan yeni bir Hilafet’in 2020 yılında ortaya çıkacağı ve bunun Batı demokrasisi ve değerlerini tehdit edeceği kehanetinde bulundu.”
Emperyalist strateji değişerek; geri çekilen ABD’nin Türkiye-Katar ve Suudi Arabistan’ı öne sürüp Sünni ekseni ve Suriye merkezli bölgesel mezhep çatışmasını devreye soktuğu dönemde; Irak işgalinin ardından kurulan Irak İslam Devleti, yeni bir gelişme zemini yakaladı. Bölge halklarının işgalciye ve yerel egemenlere karşı tepkisini mezhepçi bir söylemle arkasına alan örgüt, işgalcinin bölgesel hakimiyet için mezhepçi çatışmayı teşvik politikasından da beslenerek gücünü ve etkinlik alanını Irak ve Suriye’ye genişletti. Örgüt “cihada” uygun biçimde bir yandan ele geçirdiği savaş ganimetlerini taraftarlarına paylaştırarak bir yandan da “düşmana” karşı dehşete düşüren bir şiddet uygulayarak hakimiyetini kabul ettiriyor ve ilerici politik kanallarla buluşamamış sistem karşıtı öfkeyi cezbediyor. Yönetim kademesi iyi eğitimli kadrolardan oluşan IŞİD’in alt kademe savaşçıları arasında ise politik ve ekonomik katılım mekanizmalarından dışlanmış yerel Sünni nüfusun yanı sıra, Batı’da toplumun en alt tabakasını oluşturan Müslüman kökenli göçmenler, Çeçen direnişçiler, Kuzey Afrika ve diğer Arap ülkelerinden lümpen proletarya yer alıyor. Bu durum özellikle 2008 finans krizinin ardından süreğen bir çatışma ortamına sürüklenen dünyada cihatçı hareketlerin sistemden duyulan hoşnutsuzluktan beslenen bir yönü olduğunu ortaya koyuyor. Tam da burada halkların emperyalizm ve neoliberalizm karşısında ulusal ve toplumsal kurtuluş özlemlerine yanıt verecek devrimci hareketlerin yokluğunun IŞİD gibi gerici hareketler tarafından doldurulduğu görülüyor.
Emperyalist sistem de kendi krizinin ifadesi olarak IŞİD gibi bir hareketin açığa çıkmasını ironik bir şekilde bir şans olarak değerlendirdi. Sistemin farklı güçleri, Sünni olmayan nüfusun ve Suriye ve Irak yönetimlerinin yanı sıra diğer cihatçı örgütleri, Kürtleri ve “hilafet haritasında” yer alan diğer ulusları tehdit eden böylesine “gayri meşru” bir terör şebekesinin varlığını önce kendilerince fırsata çevirmeye çalıştı. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi liderliği, IŞİD’in Musul’u ele geçirmesini Kerkük’e el koyarak Bağdat ile ipleri koparmak ve bağımsızlığa doğru ilerlemek için değerlendirirken, uzun yıllardır yer altında mücadele eden Irak Baas Partisi unsurları Irak’ın Sünni nüfus ağırlıklı bölgesinde siyasal denkleme girmek için kullandı. Beşar Esad yönetimi IŞİD’in El Nusra, İslami Cephe ve PYD’ye saldırması karşısında iç çatışmalarla zayıflayan muhaliflere karşı ilerleyişini daha rahat sürdürdü. Türkiye ve Barzani, PYD’nin hedefe konmasından istifade ederek bölgedeki etkinliklerini artıracak ve PKK-PYD karşısındaki pazarlık güçlerini artıracak hamlelere girişti. Bölge güçlerinin medet umar hale geldiği ABD doğrudan ya da dolaylı biçimlerde ama bu kez meşruiyet sıkıntısını aşarak yeniden Ortadoğu’ya müdahale şansı elde etti. İran, Suriye ve Lübnan Hizbullah’ı kendi sınırları dışındaki askeri operasyonlarını IŞİD gerekçesiyle herhangi bir uluslararası itiraza uğramadan yürütmeye başladı. İsrail, IŞİD’in kendisi için de bir güvenlik tehdidi oluşturduğu propagandası eşliğinde yakın gelecekteki askeri operasyon alanını bütün Filistin sınırlarını içerecek şekilde genişletirken, Filistin’e yönelik büyük bir imha operasyonuna girişti.
Tüm bu çatışmalara bakarak IŞİD’in bölge güçleri ile ittifak içinde olduğu, saldırılarını bazı güçlerle birlikte planladığı yönünde bir dizi senaryo ortaya atıldı. Kürt hareketi IŞİD’in Musul’u ele geçirme operasyonunun Ürdün’de İsrail, Türkiye ve Barzani’nin katılımıyla planlandığını iddia etti. Suriye muhalefeti IŞİD’in Esad ile gizli bir anlaşma içinde olduğunu iddia etti. İddiaların emperyalizmin Ortadoğu’daki güncel krizi ve bu krizden yaratılmaya çalışılan fırsat gerçeğinin yalnızca bir yüzünü temsil ettiği ortadadır. IŞİD’in hedef genişleterek Peşmerge ve ABD ile çatışır hale gelmesi, hatta Suudi Arabistan, Kuveyt ve Katar’ı tehdit etmesiyle çok daha kompleks ve sonucu kestirilmesi güç bir çatışmayla karşı karşıya olduğumuz görülmektedir.
Sonuç
Komp­lo te­ori­le­ri­nin de­ğiş­tir­me­ye­ce­ği ger­çek ise bu­gün özel ola­rak Su­ri­ye ve Irak’ta, ge­nel ola­rak bü­tün Or­ta­do­ğu’da dü­ğüm­le­nen ça­tış­ma­da IŞİD va­ka­sı ile bir­lik­te bir dö­ne­min so­nu­nun ilan edil­di­ği­dir.
Or­ta­do­ğu’da ka­pa­nan bu dö­ne­min te­mel be­lir­le­yen­le­ri­ni şöy­le sı­ra­la­mak müm­kün­dür;
- Birinci Em­per­ya­list Pay­la­şım Sa­va­şı son­ra­sın­da em­per­ya­lizm ta­ra­fın­dan çi­zil­miş bir Or­ta­do­ğu ha­ri­ta­sı;
-Em­per­ya­liz­min çiz­di­ği bu ha­ri­ta­da­ki sı­nır­lar için­de yok sa­yıl­mış Kürt ve Fi­lis­tin ulu­sal so­run­la­rı;
-La­ik ve İs­lam­cı yo­rum­la­rıy­la si­ya­set sah­ne­si­ne ha­kim olan Arap mil­li­yet­çi­li­ği;
-Arap halk­la­rı­nın kar­şı­lan­ma­yan ve gi­de­rek şid­det­le­nen ulu­sal ve top­lum­sal kur­tu­luş bek­len­ti­le­ri.
Emperyalizmin Ortadoğu’da hakimiyet kurmasıyla açılan dönem, emperyalizmin hakimiyet krizinin, krize çözüm umuduyla Ortadoğu’da başlattığı yeni çatışma ile derinleştiği bir dönemde kapanmaktadır.
Yeni bir Ortadoğu kurmak için eski Ortadoğu’ya dış dinamikler (emperyalizmin askeri aygıtları) I. ve II. Körfez Savaşları (1991-2003) ile müdahale etmiş, iç dinamikler (yeni proletarya) 2010-2011 Arap halk hareketleri ile sahne almış, her ikisi de eski Ortadoğu’yu ölümcül bir şekilde yaralamış ancak öldürmemiştir.
Emperyalist askeri müdahale Ortadoğu’nun emperyalist sisteme neoliberal entegrasyonunu hedeflerken, Arap halk hareketleri ABD işbirlikçisi neoliberal diktatörlüklere dönüşmüş olan çürümüş Arap milliyetçisi rejimlere karşı eşitlik, özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık taleplerini yükseltmiştir.
Eski Ortadoğu’nun ölümü, hem ABD emperyalizminin hakimiyet krizinin hem de esasen sol bir eğilim barındıran Arap halk hareketlerinin sübjektif eksikliklerinin yarattığı boşlukta yükselen IŞİD vesilesiyle ilan edilmiştir. IŞİD, Ortadoğu’da her siyasi aktörün kendi gündemini dinsel/mezhepsel bir bölgesel savaş içinde/karşısında ilerleteceği yeni bir nesnellik yaratmıştır.
IŞİD an itibariyle kurucu bir aktör değil yıkıcı bir sonuç/araçtır. Dış ve iç dinamiklerin basıncına daha fazla direnemeyen Ortadoğu’daki kaçınılmaz dönüşümü tetiklemekte, dış ve iç dinamiklerle de somut bağlar kurabilmektedir. “IŞİD vakası” bir devlet kurmaktan çok Irak’ın yapay birliğini ve 100 yıl önce emperyalizm tarafından çizilen sınırları ortadan kaldırarak ayrımsız herkesi hedef almıştır. Böylece Kürdistan’ın siyasi aktörlerini ortak düşman karşısında bir araya gelmek zorunda bırakmış, bölge güçlerini ulusal sınırların dışına taşan bölgesel bir savaşın içine çekmiş, uluslararası askeri müdahalelere gerekçe oluşturmuştur. Bu durum İsrail’e Filistin’e karşı yeni bir saldırı sürecine girme fırsatı vermiş, öte yandan bugüne kadar hasım olanların “ortak tehditler” karşısında konjonktürel ittifaklara itildiği yeni siyasi denklemler kurulmasına yol açmıştır.
Türkiye dahil geniş bir alana yayılan küresel cihatçı çete ağının bölgenin bir gerçekliği haline geldiği, mezhep temelli gerilimleri harekete geçirerek sınırları ve demografiyi değiştirdiği çatışma, bugün bölgedeki bütün toplumsal-siyasal unsurların kaçınılmaz gündemidir. Sistemin kaderini tayin edecek şiddetli mücadelelere sahne olan Ortadoğu’da, emperyalistler-arası rekabet de, emperyalist müdahalecilik de, ezilenlerin isyanı da bu yeni nesnelliğe yanıt üretecek stratejiler temelinde gelişmek zorundadır.
Yeni dönemi şekillendirecek çatışmanın kaynağında ise uluslararası düzlemde ABD emperyalizminin hakimiyet krizi, sınıfsal düzlemde neoliberal yenisömürgeciliğin krizi, politik düzlemde laik Arap Milliyetçiliğinin ve madalyonun diğer yüzündeki Siyasal İslam’ın krizi vardır. Bu kriz dinamiklerine Ortadoğu halklarının tek yanıtı IŞİD ve benzeri cihatçı yapılanmalar olmamıştır. Aralık 2010’da Tunus’ta patlak vererek Mısır’a ve ardından bütün Ortadoğu’ya yayılan halk hareketleri neoliberalizme, diktatörlüğe ve emperyalizm işbirlikçiliğine karşı talepleriyle öne çıkan, sınıf karakterli, eşitlikçi, özgürlükçü hareketlerdir. Siyasal ve örgütsel açıdan henüz çok ham olan, sübjektif yetersizliklerle malul bu hareketler, Siyasal İslam ile otoriter milliyetçi rejimler arasındaki kavgada üçüncü bir yol açmaya çalışmaktadır. Filistin Kurtuluş Hareketi ve Kürt Özgürlük Hareketi de Ortadoğu’daki krize devrimci müdahalede bulunma kapasitesine sahip iki ilerici dinamiktir.
IŞİD ve mezhep çatışması ise ulusal ve uluslararası eşitsizliklerden mustarip ezilenlerin hoşnutsuzluklarından beslendiği gibi mevcut krizin egemenler lehine çözümünü kolaylaştırmakta, ezilenler lehine çözümün olanaklarını ise tahrip etmektedir. Mezhep çatışması ve IŞİD vakası halkların ulusal ve toplumsal kurtuluş özlemlerine yanıt verecek bir devrimci stratejinin yokluğundan beslenmektedir.
Ulusal ve sınıfsal sorunların geleneksel sınırları aşan niteliği, siyasal mücadelenin hangi sınırları ve hangi özneyi esas alarak yürütüleceği sorusunu önümüze koymuştur. Bu koşullarda uluslararasılaşan Kürt ve Filistin ulusal sorunlarına, Ortadoğu halklarının emperyalizme ve neoliberalizme (otoriter-milliyetçi ve İslamcı görünümlerine) karşı birbirinden ayrılamaz ulusal ve toplumsal kurtuluş sorunlarına çözüm yolunu gösteren bir Ortadoğu devrimi perspektifine ihtiyaç vardır.
Bu perspektifin gelişeceği zemin de emperyalist müdahalelere, işbirlikçiliğe ve mezhepçi saldırılara karşı direniş, büyük mülteci hareketleri ve buna bağlı olarak işçi sınıfının göçmenleştirilmesi ve mezhepçi-ırkçı temelde bölünmesine karşı mücadele gibi pratikler içinde oluşturulacaktır.
http://www.sendika.org/2014/09/eski-ortadogunun-olum-tellali-isid-levent-kara/

1 Ağustos 2014 Cuma

İsrail – Filistin meselesi: İstisnacılık ve ırkçılık

''İsrail, klasik devlet terörizmine uygun olarak, Gazze Şeridi’nde yine Filistinli katliamı yapıyor. Öldürülenlerin sayısının bini geçtiği söyleniyor. Türkiye’den ve dünyadan İsrail’e tepki yağıyor. İsrail ise her zaman olduğu gibi bildiğini okuyor, çünkü ABD’nin himayesinde olduğu sürece başına bir şey gelmeyeceğinden emin.
Bu meseleye dair konumlanırken üç ekseni eşzamanlı olarak tutabilmek önemli:
  1. Bir ırkçılık türü olarak İsrail’in kurucu / resmi ideolojisi Siyonizme ve onunla bağlantılı olarak sürdürülen İsrail’in sistematik devlet terörizmine, Filistin topraklarını işgaline karşı net bir duruş:
  2. Filistin’de Hamas ve diğer İslamcı örgütlerin Yahudi sivillere yönelik terör eylemlerine karşı net bir duruş.
  3. Türkiye’de ve dünyada, İsrail’i eleştirmeye çalışırken başka bir ırkçılık türüne, anti-semitizme, kayıp bütün Yahudilere yönelik aşağılayıcı / saldırgan tutum alanlara karşı net bir duruş.
Aynı ırkçılık madalyonunun iki yüzü olan Siyonizm ve anti-semitizm tartışmasını bir sonraki yazıya bırakıp, bu yazıda İsrail – Filistin meselesinin tarihsel arkaplanına değinmek istiyorum. Bunun temel nedeni de son günlerde özellikle genç kuşaktan duyduklarım / okuduklarım sonucunda bu meselenin yeterince bilinmediğine kani olmam. Filistinliler için “madem istenmiyorlar, neden hala orada duruyorlar ki?” diye soranlar bile olabiliyor.
Bu arkaplanı verirken de tam on yıl önce, 2004’te, Birikim Dergisi’nde yayınlanmış bir yazımdan (“Neden bizden bu kadar nefret ediyorlar?”, Sayı 181) kopya çekeceğim:
Tecavüz ve hırsızlığın nesnesi olarak Filistin
“…Filistin yarım yüzyılı aşkın bir süredir açık bir şekilde tecavüz ve hırsızlığın nesnesi haline getirilmiş durumda. Bu yüzden de Filistin, hem bu coğrafyada yaşayan hemen herkes tarafından hem de dünyanın ezilenleri tarafından dünya egemenlerinin kendilerini nasıl görüldüklerine dair net bir kriter/sembol haline gelmiş durumda.
Filistin’in 20. yüzyılın başından sonuna kadar geçirdiği ibret ve dehşet verici nüfus ve toprak kaymalarını çok özet olarak gözden geçirirsek şöyle bir tabloyla karşılaşıyoruz:
1914’te bir Osmanlı vilayeti olan Filistin bölgesinde yaşayan nüfusun %8’i Musevi, %92’si Arap. 1949’a gelindiğinde 2. Dünya Savaşı sonrası koşullarında Batılı devletlerin girişimleri ve destekleri sonucu büyük göç hareketleriyle bu bölgedeki Musevi nüfusun %33’e tırmandığını ama aynı zamanda toprağın %77’sini kontrol eden bir İsrail devleti kurulduğunu görüyoruz. Bölge nüfusunun %67’sini oluşturan Filistinli Araplara toprakların %23’ü (Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze Şeridi) kalıyor. Bu sırada sayıları 700,000 civarında tahmin edilen Filistinli Arap evlerini bırakıp mülteci konumuna düşüyor. 1967 savaşından sonra ise İsrail bu %23’lük toprak parçasını da (Suriye’ye ait Golan Tepeleri’yle birlikte) işgal ediyor (Filistin’in kısa tarihine ilişkin kısa, derli toplu İngilizce bir kaynak için bknz: Palestine, Israel and the Arab-Israeli Conflict: A Primer (http://www.merip.org/palestine-israel_primer/toc-pal-isr-primer.html). O zamandan beri Filistinliler işgal altında ya da başka ülkelerde mülteci statüsünde yaşıyor ve İsrail de işgal altında tuttuğu topraklarda yüzlerce ‘yerleşim merkezi’ kurmakla meşgul. Meşhur ‘Oslo Süreci’ ya da ‘İsrail-Filistin Barış Görüşmeleri’ denilen şey zaten çok haksız bir şekilde %23’e indirilmiş ve 1967’den beri işgal altında tutulan bu toprak parçasında nasıl ve ne şekilde bir Filistin devleti kurulacağı sorusu idi.
İsrail bu ‘barış süreci’nin başından beri o %23’lük toprak parçasının anlamlı bir bütünlük olarak Filistinlilere verilmesine yanaşmadı. Buna yanaşır gibi olan, Arafat’la Oslo anlaşmasını imzalayan kendi Başbakanı Rabin’i aşırı sağcı/dinci bir militan tarafından devreden çıkardıktan sonra, ‘barış süreci’nde bile işgal altındaki – güya Filistinlilere bırakılacak - %23’lük topraklarda onlarca yeni yerleşim birimleri kurmayı sürdürdü. Kendisine yönelik nefret ve karşı-şiddetin kendi şiddeti ve işgaline bir tepki olduğunu hiç bir şekilde anlamak istemedi ve meseleye her zaman düzayak bir asayiş/güvenlik sorunu olarak yaklaştı. Taşlı/sopalı Filistin ayaklanmalarını binlerce insanı katlederek bastırmaya çalıştı.
Bütün bu süreçte ABD her zaman İsrail yanlısı bir politika izledi. Onyıllardır ABD dış yardımlarından açık farkla en çok parayı İsrail’e akıttı. İsrail’in yayılmacı ve küstah eylemleri karşısında en iyisinden sessiz kaldı, çoğu zaman da aktif destek sundu (örneğin İsrail’i kınayan ve yaptırım öngören bir sürü BM Güvenlik Konseyi karar tasarısını veto etti). Filistinliler ve bütün Arap/Müslüman/Ortadoğu âlemi (giderek dünyanın bütün ezilenleri) ABD’nin bu kendileri aleyhine gelişen İsrail’i kayırma politikasını hep gördüler, bildiler. Oslo sürecine girildiğinde, Soğuk Savaş sonrası dünya konjonktürünün etkisiyle, Filistinlilerin çoğu, aslında bir haksızlık/adaletsizlik anlamına gelen, o %23’lük toprak parçasında egemen bir Filistin devleti kurmaya rıza göstermiş durumdaydılar. Ama Rabin’in öldürülmesinden beri İsrail’in bütün adımları muhtemel bir barışı dinamitlemeye ve ne yapıp edip o %23’ü daha da aşağıya çekmeye yönelik oldu. %23 üzerinden kurulacak bir barışa Filistin içinden Hamas ve İslami Cihad gibi bazı radikal gruplar karşı çıkıyordu ama bunlar azınlıktaydı. Oysa İsrail tarafında Hamas ve İslami Cihad’ın muadili sayılabilecek eğilimler büyük çoğunlukla seçim kazanıyor ve Şaron gibi tescilli bir katil İsrail’in başbakanı olarak arz-ı endam edebiliyordu. Önce %23 içinde yer alan Doğu Kudüs’ün Filistin’e bırakılmasının söz konusu olamayacağı açıklandı. Sonra Batı Şeria’da İsrail’in yasadışı bir şekilde yaptırdığı ‘yerleşimlerin’ sayısı barış sürecinde bile arttırıldı ve bunların önemli bir kısmının tahliye edilemeyeceği, İsrail’e bağlanması gerektiği öne sürüldü. Ek olarak, bir Filistin devleti kurulsa bile bu devletin kara sınırlarının, havasahasının, hayati su kaynaklarının İsrail’in denetiminde kalması gerektiği ifade edildi. Sonuçta İsrail’in istediği, %23 üzerinde egemen bir Filistin devleti değil, bu oranın yaklaşık yarıya indiği, toprak devamlılığı olmayan ceplerden oluşan ve kara sınırları / havasahası nedeniyle gerçekten egemen olamayan bir devletçik karikatürüydü. Zaten %23’ü sindirmek için oldukça acı ilaçlar içmek zorunda olan bir halk ancak bu kadar aşağılanabilirdi. Bütün bunlar olurken, ABD kâğıt üzerinde Oslo barış sürecine bağlı göründü ve ama İsrail’in bir çözüm olasılığını torpilleyen onlarca girişimine hiç ciddi ses çıkarmadı. Bütün bunlar Filistinli intihar eylemlerinin doruk noktasına çıkmasına yol açtı.
ABD’nin Irak’a saldırmaya hazırlandığı dönemde, bu harekâtı en çok destekleyenler arasında İsrail yer aldı. İsrail aşırı sağından Irak’taki savaş hengâmesi sırasında Filistinlileri o %23’ten de sürme/temizleme imkanı çıkacağını savunanlar, bu görüşe ABD’den de destek verenler oldu. Aynı zamanlarda İsrail ‘Güvenlik Duvarı’ adı altında Filistinlileri yalıtmaya yönelik bir faaliyete girişti ve utancı betonlaştırdı. Bu duvar, o %23’ün önemli bir bölümünü de İsrail’e katarak, Filistinlileri bölerek yoluna hızla devam ediyor. Yine aynı süreçte İsrail, katil başbakanı Şaron’un emriyle yüzlerce cinayet işledi, planlı suikastlar yaptı, Filistin halkının sembolu haline gelmiş olan Arafat’ı karargahına hapsetti ve her an öldürebileceğini defalarca haykırdı. Bu dönem boyunca İsrail ve ABD’ye yönelik nefret daha da arttı ve bu nefretin daha kararlı ve kıyıcı taşıyıcısı durumuna gelen Hamas daha da güçlendi (İlginç bir şekilde yıllar önce yine İsrail, Arafat’ın gücünü kırmak için Hamas’ın kuluşuna da destek vermişti).
… 15 Nisan 2004’te Bush, Şaron’la görüşmesinin ardından, ABD’nin zaten çifte standatlarla dolu ve adil olmayan geleneksel politikasını değiştirdiğini ve İsrail’in Filistinlilerle bir barış anlaşması yapmasına gerek olmadan, Batı Şeria’nın önemli bir bölümünü ilhak ederek ve Filistinli mültecilerin evlerine dönüş hakkını sıfırlayarak, tek taraflı olarak ilhak edilmeyen işgal altındaki topraklardan çekilmesini desteklediğini açıkladı. Bu demek ki ABD, şimdiye kadar en azından kağıt üzerinde desteklediği %23’lük çözümden de resmen vazgeçiyor ve Şaron’la açıkça aynı çizgiye geliyor. Bu demek ki bir Filistin Devleti olacaksa eğer, İsrail’in uygun gördüğü kadar olacak (%23’ün yarısı kadar) ve bu devlet harita üzerinde bir ucubeye benzeyecek, toprak üzerinde de İsrail’in jandarma görevi devam edecek. Bu demek ki Filistinliler, yüzyıl önce %100’e yakınını ellerinde bulundurdukları toprakların %10-15’iyle yetinmek zorunda bırakılacaklar. Ciddi ciddi önerilen ve Filistinlilerden seslerini çıkarmadan kabul etmeleri beklenen plan budur. Filistin halkını daha da aşağılamak ve daha da çaresizliğe/umutsuzluğa itmek için daha uygun bir plan olabilir mi?

Bush’un bu plana desteğini açıklamasından sonra İsrail hemen Hamas lideri Rantisi’yi füzeli bir suikastla öldürdü. Aynen bir kaç ay önce Hamas’ın daha önceki lideri kötürüm Şeyh Yasin’i öldürdüğü gibi. Şimdi Şaron, Bush’un bu teklifini kendi partisi Likud’a onaylatmak peşinde. Ama gelin görün ki Likud için Filistinlileri bu kadar aşağılamak da yetmeyebilecek. Böylesine acuze bir planda bile bazı yerleşimlerin tahliye edilecek olması (özellikle küçücük Gaza Şeridi’ndekiler), birçok İsrailli sağcı/dinci politikacının canını sıkıyor. Şaron bu canı sıkılanları ikna etmek için diyor ki: ‘Devletin kuruluşundan beri, Başkan Bush’un mektubunda belirtildiği kadar cömert ve net bir destek almamıştık.’ Şaron bunu söylemekte haklı ama işte bu plandan canı sıkılanlar da haklı olarak ‘biraz daha dişimizi sıkalım, o %10-15’i vermekten de sıyırabiliriz belki’ diye düşünüyorlar. Öyle ya, yüz yılda %0’dan, %85-90’a çıkmayı becerebilmiş bir devlet var karşımızda. Beş on yıl daha dayansalar, kim diyebilir ki %100’e çıkamazlar? Onlar da haklı.
Mitler / fantaziler
İsrail toplumunun ve Musevi diasporasının hepsinde olmasa bile çok geniş bir kesiminde ‘vadedilmiş topraklar,’ ‘atalarımızın yurdu’ ve ‘seçilmiş halk’ mitleri / fantazileri bütün ağırlığıyla işlevlerini sürdürüyor.
[Bu mitlere / fantazilere ek olarak, Musevi toplumunun binyıllar boyunca değişik coğrafyalarda kırımlara uğratılmış olmasının (son ve en önemli episod olarak Naziler tarafından bir kaç yıl içinde 6 milyon Musevinin öldürülmüş olmasının), ‘en mağdur biziz’ şeklinde derin bir travmatik yargıya yol açtığını ve bu yargının da yokolma kaygısını çok kolayca tetiklenebilir halde tuttuğunu belirtmek gerek. Aynı yargı, kendi eylemleri nedeniyle ortaya çıkan başkalarının mağduriyetlerini anlamada ciddi bir engel teşkil etmektedir. “Ne olursa olsun, bizim kadar mağdur olmaları mümkün değil” gibi.]
Aşırı ortodoks, köktendinci Musevi gruplarda bu fantazileri gerçekleştirmek bir yaşam anlamı haline gelmiş durumda ama mesele bu gruplarla sınırlı değil. Görece liberal Musevi muhitlerde bile İsrail’in bütün Filistin coğrafyasına sahip olmasını tarihi ve dini nedenlerle savunanlara rastlamak mümkün. Bu mitlerin / fantezilerin değişik derecelerde de olsa geniş bir siyasi spektrumda rezonans yaratabilmesi o bölgede kalıcı ve adil bir barış için en büyük engel. Türkiye’de nasıl MHP türü bir milliyetçilik, kimi hassas konularda toplumun çok geniş kesimlerini rehin alabiliyorsa ya da nasıl ‘Kemalizm’ faşistinden sosyalist olduğunu söyleyen kimi gruplara kadar çok geniş bir siyasi yelpazeyi etkileyebiliyorsa, İsrail ve Musevi diasporası için de durum çok farklı değil. Tabii ki her halk gibi Museviler de yekpare bir bütün değil ve bu mitlere / fantazilere pabuç bırakmayan, onlarla bütün zorluklara rağmen kıyasıya mücadele eden Musevi kesimler de var. Hatta, işgal altındaki topraklarda savaşmayı reddeden askerlerden oluşan yüzakı bir Refusnik hareketi çıkarabilmiş olmasıyla, eski gücünden çok şey kaybetmiş olmasına rağmen hala canlı bir sol / barış hareketine sahip olmasıyla bazı konularda Türkiye’den daha ileri bile görülebilir ama, İsrail toplumu ve Musevi diasporasının geneline baktığımızda bu mitlerin / fantazilerin tayin edici etkisini gözden kaçırmak mümkün değil. Filistin’in en ücra yerlerine kadar gidip kısmen ya da tamamen devlet desteğiyle kendilerine köyler / kasabalar kurmuş olan ve ‘hiç bir yere gitmeyiz, bu topraklar bizim; bu Tanrı’nın sözü, burası kutsal bir yer, burada Tanrı’ya ve atalarımıza daha yakınız; bu yakınlık için kalkıp Brooklyn’den (New York) buraya göç ettik; İsrail ordusu dâhil kim bizi buradan çıkarmaya gelirse ölene kadar savaşırız’ diyen mümin Musevileri (ki sayıları yüzbinleri buluyor artık; ayrı partileri var, koalisyonda iktidar ortağı oluyorlar, vb), hangi İsrail hükümeti, nasıl oralardan çıkartacak? O mitlerle / fantezilerle İsrail toplumu ve Musevi diasporası derinlemesine hesaplaşmadan hiç bir İsrail hükümetinin cesaret edemeyeceği bir iş bu.”

İsrail’in istisnacılığı

Uzun bir alıntı yaptığım yazımın yayınlandığı 2004 yılından beri Filistin’de malum duvar tamamlandı; Gazze Şeridi dâhil, İsrail bazı işgal ettiği topraklardan çekildi; yerleşim yerleri inşaatlarına hiç ara vermedi; %10-15 üzerinde bile bir Filistin Devleti kurulmasına izin vermedi; bir kaç kez askeri operasyon düzenleyip yüzlerce binlerce Filistinliyi katletti. Sonuncu katliam halen devam ediyor.
İsrail en başından beri, kendi çapındaki diğer ülkelerden farklı kurallara bağlı olarak varlığını sürdürdü. Nüfus oranının çok ötesinde toprak sahibi olabildi; ABD’nin neredeyse kayıtsız şartsız himayesinden ve oldukça cömert mali / askeri yardımlarından faydalandı; yine ABD vetoları sayesinde BM Genel Kurul’undan kendisi aleyhine çıkan onlarca kararı hiç ciddiye almadı; on yıllarca kendisine ait olmayan toprakları işgal etti (hala ediyor); hiç hakkı olmamasına rağmen işgal ettiği topraklarda yerleşim yerleri kurdu; sürekli savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işledi; Orta Doğu’nun tek nükleer gücüyken kendini uluslararası denetime açmayı da yine çok uzun zamandır reddedebildi. Ve bütün bunlar yüzünden İsrail’in başına hiç bir şey gelmedi. İsrail’in yaptıklarının onda birini başka bir ülke yapsaydı, şimdiye kadar on kez, sonuç alıcı yaptırımlar içeren uluslararası bir müdahale olmuştu. Bütün bunlar İsrail’in ne kadar istisnai bir konumda olmak istediğini ve bu isteğinin dünya hegemonları tarafından ona verildiğini gösteriyor.''

http://t24.com.tr/yazarlar/murat-paker/israil-filistin-meselesi-istisnacilik-ve-irkcilik,9813

Micro Turbines

Micro-turbines--some obstacles

APPLICATIONS
As an easy example future miniature drones must be supplied by miniature energy sources. The best adapted seem to be micro-turbines. However, designing of turbines measuring a few cubic centimetres is a bit chancy. Researchers are looking into flow modification, the design of new geometries, micro-manufacturing and thermal studies.

Cette chambre de combustion ne mesure que 20 mm de diamètre et 2,7 mm d'épaisseur. Alimentée par un mélange hydrogène-air, elle produit une puissance jusqu'à 1200 W.
This combustion chamber only measures 20 mm in diameter and is 2.7 mm thick. Supplied by a hydrogen-air mixture, it produces a power of up to 1200 W.
 
Imagine drones the size of a bird, capable of flying for hours, of filming scenes and transmitting information. Many engineers are bent on designing such miniature drones, for civilian and military applications. One of the many difficulties is supplying energy to the engines, which must be both powerful and also extremely light. Batteries are too heavy and have too little independence for these micro-drones with wingspans of 15 centimetres and similar length, weighing around a hundred grams. As far as fuel cells are concerned, these do no yet exist in the range of power under research. That leaves gas turbines remain, which could provide ten times more energy than a battery with the same mass.
 
A turbine transforms energy from fuel into rotational motion, either to directly supply a propeller, or to produce electricity. "Our goal is to make a micro-gas-turbine, for future micro-drones", says Joël Guidez. These micro-turbines will supply the electric motor driving the drone wings, as well as the electrical equipment, such as transducers, and even a small camera.

However, to miniaturize a turbine, it is not enough to reduce the dimensions of each component. The flows do not occur in the same way at very small scales, for example in the combustion chambers of these micro-turbines, which only measure a few hundred cubic millimetres. The flows are much less turbulent, and gases thus mix with greater difficulty. This is not desirable for a combustion chamber, where the fuel must mix with air! It is thus necessary to create structures that favour the mixture of the gases within the combustion chamber. "We design circulation areas leading hot gases toward cool gases", explains Joël Guidez. This allows the combustion to be maintained, otherwise it would be extinguished.
Le code de simulation aérodynamique elsA, en révélant les détails des écoulements entre les aubes, permet d'optimiser les caractéristiques. Le code de simulation aérodynamique elsA, en révélant les détails des écoulements entre les aubes, permet d'optimiser les caractéristiques.
The elsA aerodynamic simulation code allows the characteristics to be optimized by revealing details of the flows between the vanes.
Meanwhile, these microscopic structures can not be too complex, or it may not be possible to manufacture them. The first chamber constructed had a quite simple geometry: It was a cylinder with a 20 millimetre diameter, 2.7 mm tall, having a tube in its centre off which the gas bounces. It is thus sent around the periphery of the chamber, where it mixes with the gases present. This chamber serves above all to test the manufacturing and measuring methods of ONERA's laboratory. The manufacture of a second, more complex and better performing chamber is underway.

To speak of small volume combustion chambers is to speak of great thermal losses. Indeed, small objects have a greater surface in relation to their volume compared to large objects, which generates more thermal losses. This is both an advantage and a disadvantage. On one hand, it prevents the walls from overheating and melting, but on the other, it may extinguish the combustion if too significant. It is thus necessary to design chambers for which the losses are just at the right level.
La microchambre de combustion et son enceinte d'expérimentation. Le code de simulation aérothermique Cèdre permet de reproduire la combustion en 3D et de mieux comprendre les phénomènes en jeu.
The micro-combustion-chamber and its experimental enclosure. The aerothermal simulation code Cedre allows the 3D combustion to be reproduced and to better understand the phenomena in play.
Current experiments are being carried out using hydrogen as fuel for several reasons. Since it is very light, it diffuses easily. Additionally, its chemical reaction time (the necessary time for the combustion chemical reaction to take place) is 50 microseconds, ten times shorter than that of the hydrocarbons that are usually used. Also, in a micro-combustion-chamber, the time it takes the gases to cross the combustion chamber is very brief. The more the dimensions of the chamber are reduced, the more this time is reduced. However, it must remain as five times greater than the chemical reaction time, without which combustion would be poor. On the other hand, a hydrocarbon is easier to store than hydrogen. Near future studies shall therefore be directed towards the hydrocarbon combustion stability within these very small chambers.

Which materials will be used to make these micro-turbines? The Massachusetts Institute of Technology (MIT) is endeavouring to manufacture a turbine entirely from silicon, in order to benefit from the silicon etching technologies of micro-electronics to create channels which will allow the gases to mix. ONERA prefers to manufacture micro-turbines made up of several materials.
Parties tournantes de micro-turbine gravées dans le silicium (SilMach).
Micro-turbine rotating parts etched on silicon (SilMach).
Finally, let us not forget the rest of the gas turbine, specifically the rotating parts. The turbine vanes can be made to spin at a very great speed, up to a million revolutions per minute. The manufacture of 8mm turbine vanes can prove to be complex. Silicon etching may be a solution, unless micro-machining techniques are favoured. "This manufacture will require all sorts of specific technologies", says Joël Guidez. But the crucial question is that of the bearings and stops, which hold the turbine shaft. In the usual turbines, ball bearings serve this purpose. Here, hydrodynamic bearings would be used: the gas flows sustain the rotating parts without these touching the fixed parts.

Micro-drones are not the only potential applications of micro-turbines, which combine a high rated power and a very small size. The power supply for portable devices could also benefit from this, for example, to equip the future infantryman, transporting increasingly more electronic equipment. Nevertheless, the extremely hot gases must be evacuated. 

TECHHNOLOGY

Mesoscale and Microscale Combustion / Reaction system

Motivation

Recently, there are the increasing demands on the developments of microdevices such as microsatellites, microaerial vehicles, micro reactors, and micro power generators. This project is first motivated by the development of small power generators with internal combustion and reaction for the replacement of traditional batteries. Small power generator has many advantages over batteries in that it has high energy density, it is light weight and portable, environmentally superior and inexpensive. Another example of microscale combustion /reaction system is micro fuel converter which has much higher conversion efficiency and can be used in poisonous gas disposal. Moreover, micro-chemical propulsion system developed for small spacecrafts can be used for primary thrust, orbit insertion, trajectory-control, and attitude control.
A single piston engine made of SU-8 for design and fabrication verification
Fig. 1 Fuel cell powered notebook developed by NEC
Fig. 2 Millimeter scale internal combustion engines developed by Cambridge Combustion Research Centre and the Centre for Micro-Engineering and Nanotechnology at the University of Birmingham.
Fig. 3 Thruster Cluster from EADS Space Transportation

Mesoscale Flame Dynamics

In mesoscale combustion (length scale ~ quenching diameter), the increase of larger surface to volume ratio dramatically increases the wall heat loss and leads to flame extinction. On the other hand, the reduction of thermal inertia at small scale significantly reduces the response time of the wall and leads to strong wall flame coupling and extended burning limits. This flame-wall coupling can dramatically change the nature of flame propagation and yield different flame regimes. The flame bifurcation and the transition of flame regimes are dramatically affected by the channel width and flow velocity. In fact, all practical combustors have variable channel width in the flow direction. As a result, the simultaneous changes of channel width and flow rate will significantly modify the heat loss and flame-wall coupling. Therefore, it is of great interest to understand how the variation of channel width will affect the flame propagation and flame transition.
Heat recirculation mechanism (Fig. 4): Part of the heat loss from the flame to the wall can be pumped back to the preheat zone through wall heat conduction to preheat the premixture. As the scale goes down, this thermal feedback effect becomes significant and the flammability limit can be widely extended. New flame stabilization mechanism and instability phenomena can exist as well due to this flame-wall interaction.
Fig. 4 Schematic of heat recirculation mechanismFig. 5 Experimental setup to study the flame dynamics in a mesoscale quartz tube.
Fig. 5 shows the experimental setup to study the flame dynamics in a mesoscale channel. Due to the strong thermal coupling between the flame and the wall, different flame dynamics and flame regimes have been observed. Fig. 6 shows the spinning flame was observed inside a mesoscale diverging quartz tube for both methane and propane at equivalence ratio ranged from lean to rich. The spinning frequency ranges from 10 HZ to 70 HZ, highly depending on the equivalence ratio. The spinning flame is a result of wall-flame thermal coupling effect.Slow flames and fast flames coexist in a mesoscale straight quartz tube. A pulsating flame is also observed (Fig. 7). Both theory and experimental result show that there exist new bifurcations and new flame regimes in mesoscale combustion. The flammability limit can be extended due to the heat recirculation effect.


Development of Micro Thruster

Based on the understanding of flame dynamics in mesoscale combustion, a preliminary version of micro thruster is developed and the schematic of design is shown in Fig. 10. Both the liquid fuel and oxidizer are issued into the main combustor through the two outer shells to minimize heat loss and maximize the heat recirculation effect. The liquid fuel is heated up by the wall and vaporized before goes through the porous quartz. A pressurized millimeter scale catalytic tube is injected into the main combustor to supply constant radical pool to stabilize the combustion. The exit of the catalytic tube is chocked to generate high speed jet to enhance the mixing.
Fig. 10 Schematic of  the micro thruster design

Fig. 11 Picture of the micro  thruster
Fig. 12 shows a testing case with liquid ethanol and air running in the main combustor and butene/air mixture running in the catalytic tube.


Fig. 12 Test conditions (1 atm); Main combustor: ethanol + air; Catalytic tube: butene + air

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Omar - hany abu-assad 2013- ömer Filistin





Filistin mağduriyetinin dünya medyasındaki yetersiz temsili dusunulurse,hem insani degerlere hitap eden icerigi hem de sinematografi acisindan cok basarili bir film.


Bizim yiyecegimiz yoktu,silahimiz yoktu,bizi eziyorlardi..kendini acindirmayan,bodozlama duygu somurusu yapmadan, mesaji veren,klas bir film..cat diye yuzune vuruyor,filmdeki goruntuler neyin ne sekilde oldugunu.ic parcalayan sahneler var,ve duvar var,ayrim var,asagilanma var,aci var,kedi-fare oyunu adaletsizligi var.anlamsizlik var,zulum var. Alisan orospu cocugunun kolay yoldan bir daha vazgecmedigi,insanin tahakkumunun tembelligi ve sinirsizligi

cocukluk arkadasin bile seni satiyorsa (filistindeki sartlar altinda birde bunu dusun) kime guvenebilirsin ki?


Yonetmen,basarili ve yetenekli. duvar,savas,ask,erdem,serefsizlik-cikarcilik-guc kavramlarini 100 dakikaya bu oykuye mukemmel uygulamis. Ana oykude alt metinde cok basarili. Imkansiz bir aski da vurgulamis tum bunlari yaparken.


2 basit,supheye acik sahne var.tarikin cenaze toreni cok yapmacikti ve son sahne israil ajaninin silahini cikarip omere vermesi hic bir suphesi olmadan.onun disinda,bence kusursuz bir film.

su hayatta Ozgurluk kadar onemlisi yok. kolelik,,hemde bunu sizin burnunuza takilan bir halka ile yapmislarsa kesinlikle cikis yok. zira sizi tutan pasli demir zincirler, prangalar degil de, maymuna ceviren zayifliklariniz. celiski bu ya, sozumona bu zayifliklar ayni zamanda sizi maymundan ayiran yuksek ozellikler olarak tanimlanir. insan..

Film birsey daha soyluyor,iletisim eksikligi cok buyuk problemler olusturuyor. dinleyin,arkadasinizi,sevdiginizi,karsinizdakini, hatta dusmaninizi bile dinleyin. karsindakinin soyleyeceklerini kendi dusuncelerinle, var olan senaryolarla doldurmadan once bir kez  konusma-aciklama firsati verin karsinizdakine.

viva palestina!!