4 Ekim 2014 Cumartesi

Yeni Ortadogu ???


Levent Kara'nin makalesinden once enteresan bir durumu eklemek gerekli,
ISID (Daas) in Musul'u ele gecirmesinden sonra,Iran'in politik olarak eli zayifladi, Irak'in sii bolgesinin korunmasi (Kerbela,Basra,ve Bagdat'in bir bolumu) Iran icin en onemli problem haline geldi. Ayrica,ISID in kuzeyde komple Suriye-Irak'i ele gecirmesi,arada sadece tampon Kurt bolgesinin (Dohuk,Zaho,Erbil) kalmasi da Iran'in suriye ile olan fiziksel bagini cok zayiflatti.
Filistin'e politik olarak en buyuk detegi veren Iran'in bu durumda olmasi, Israil'e 2014 temmuz ayinda(Ramazan ayinda) koklu bir operasyon yapma sansi verdi. Ayrica,Isid'in aciklamalarinda Israil'e yonelik hicbir tehditin olmamasi da manidardir.Olaya bu acidan bakinca,Isid in temelinde degil de yonlendirilmesinde cok farkli senaryolarin olabilecegini gosteriyor.

ikinci bir mevzuda tarihten,anglo saksonlarin politik oyunculuklarindan aci bir ornektir.

""Bir zamanların sömürgeler bakanı ve sonraki yillarin ingiltere basbakani Churchill’in hakkinda soyle bir yazi vardi:
“sadece üç gün içinde bakan ve kırk danışmanı yeni bir Ortadoğu haritası ve iki ülke yarattılar. Onlara isim verdiler, hükümdarlarını belirlediler. Sınırlarını parmaklarıyla kumun üzerine çizdiler ki, ilkine yani Dicle ve Fırat tarafından kucaklanan ve ilk kitapların çamurunu vermiş olana Irak, Filistin’den kopartılana ise Ürdün dediler. Sömürgelerin isim değiştirmeleri, Arap krallıklarına dönüşmeleri ya da en azından öyle görünmeleri acil bir konuydu. İvedilik arzeden bir diğer konuysa bu sömürgeleri bölüp parçalamaktı. Emperyal hafıza en iyi yöntemin bu olduğunu söylüyordu. Boşta gezen Prens Faysal Irak’a, kardeşi Abdullah ise Ürdün’e kral yapıldı. Onlar, Arabistanlı Lawrence’nin tavsiyesiyle giderleri Britanya bütçesinden karşılanan bir aileye mensuptular. Yeni ülkelerin yaratıcıları Irak ve Ürdün’ün doğum evraklarını Kahire’deki Semiramis otelde imzalayıp, ardından da piramitlere gezintiye gittiler…”



CÖZÜLEN EMPERYALİST HEGEMONYANIN KONTROLSÜZ GÜCÜ
ESKİ ORTADOĞU’NUN ÖLÜM TELLALI IŞİD- Levent Kara
IŞİD gerçeği, ancak örgütün içinde geliştiği konjonktür bağlamında anlaşılabilir, abartı ya da şeytanlaştırmalarla değil. Bu konjonktürü belirleyen ise ABD emperyalizminin hakimiyet krizi ve neoliberal yenisömürgeciliğin krizidir. Ortadoğu’da emperyalist müdahaleciliğin geçirdiği evreler incelendiğinde IŞİD’in, hem bir sonuç hem de bir araç olduğu görülecektir. IŞİD krizi fırsata çevirme mantığıyla araçsallaştırılmaya çalışılan bir sonuçtur
Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) 10 Haziran 2014’te Musul’u ele geçirdi, Suriye-Irak sınırını kaldırdığını ilan etti ve ilerleyişini sürdürdü. Bütün bölge halklarına dehşet saçtığı gibi dünyayı da alarma geçiren IŞİD adlı, El Kaide çizgisinden türeyen bu cihatçı çete yalnız cennete gitme hayaliyle kafa kesen canileri bir araya getiren bir çeteden mi ibarettir? Yoksa Ortadoğu’da bir dönemi kapatıp yenisini açan bir kurucu siyasi aktör mü? Ne kadar içeriden ne kadar dışarıdan, ne kadar gerçek ne kadar sanaldır?
IŞİD gerçeği, ancak örgütün içinde geliştiği konjonktür bağlamında anlaşılabilir, abartı ya da şeytanlaştırmalarla değil. Bu konjonktürü belirleyen ise ABD emperyalizminin hakimiyet krizi ve neoliberal yenisömürgeciliğin krizidir.
IŞİD’in Musul’u ele geçirmesiyle tetiklenen olaylar zincirinin anlattığı gerçeklik şudur: Ortadoğu’da Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’yla başlayıp bugüne kadar gelen bir dönem kapanmış, bu dönemin gerek egemenler gerek ezilenler açısından çözümsüz kalmış sorunlarına yerel, ulusal, bölgesel ve uluslararası çatışmalar yoluyla çözümlerin aranacağı yeni bir çatışma süreci başlamıştır.
IŞİD ise dönem kapatıp dönem açmamış ancak bir dönemin kapanışının ilanına vesile olmuştur. (IŞİD’in dönem kapatıp dönem açan bir aktör olduğu iddiası ile ancak Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın Avusturya veliahdı Arşidük Franz Ferdinand’ı öldüren Sırp milliyetçisi tarafından çıkarıldığı iddiası arasında paralellik kurulabilir.)
Ortadoğu’da emperyalist müdahaleciliğin geçirdiği evreler incelendiğinde IŞİD’in, hem bir sonuç hem de bir araç olduğu görülecektir. IŞİD krizi fırsata çevirme mantığıyla araçsallaştırılmaya çalışılan bir sonuçtur. ABD emperyalizmi 11 Eylül 2001 sonrasında “terörizmle savaş” konsepti çerçevesinde tek taraflı askeri müdahalelere (açık savaş ve işgal) giriştiğinde, El Kaide ve benzeri radikal İslamcı hareketleri müdahalelerini haklı göstermek için kullanmıştır. ABD, 2006 sonrasında bizzat savaşmak yerine işbirlikçi bölgesel güçleri öne çıkarmak için “Sünni ekseni”ni teşvik ettiğinde mezhepsel fay hatlarını bölge çapında harekete geçirmiş, 2011 Arap halk hareketleri sonrasında ise “mezhep temelli vekalet savaşları” ile yeni bir müdahaleciliğe girişerek, cihatçı çetelere davetiye çıkarmıştır.
IŞİD’in varlığının bazı sorunların çözümü için kullanılıyor olması başka sorunlar yaratmayacağı anlamına gelmediği gibi, IŞİD, çözümünü bu çatışma içinde arayanlar için bizzat dahil olmaktan kaçamayacakları bölgesel bir askeri çatışmadan ötesini garantilememektedir. Bunun geniş katılımlı bir savaş olacağı kesin, ancak kimin kazanacağı meçhuldür. İlk aşamada bu durumdan istifade eden, hatta IŞİD’e yol verdiği yönünde ciddi iddialar bulunan Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Türkiye, ABD ve Körfez monarşileri de IŞİD’le karşı karşıya gelmekten kaçamamıştır.
ABD emperyalizminin ilgisi Asya’ya kayarken
Reel sosyalizm sonrası emperyalist sistemin iki yükselen gücü haline gelen Çin ve Rusya, ABD’nin Ortadoğu bataklığında ağır bir bedelle yüz yüze geldiği 2000’li yıllarda enerji kaynaklarına hakimiyet ve ekonomik üretkenlik, askeri güç ve nüfuz alanlarını genişletme bakımından önemli ilerlemeler kaydetti.
Rusya’nın Orta Asya, Güney Kafkasya ve Doğu Avrupa’da ABD-NATO eksenine karşı yürüttüğü hakimiyet mücadelesi Mart 2014’te Kırım’ın ilhakıyla yeni bir aşamaya taşındı. Rusya 2008’de iki özerk cumhuriyeti fiilen kendine bağladığı Gürcistan müdahalesinin ardından bu kez Doğu Avrupa’da Ukrayna üzerinden yürüyen kapışmada Kırım’ı kendine bağlamış oldu. Rusya’nın Gürcistan ve Ukrayna hamleleri, NATO’nun bu iki ülkeyi de kapsayan, Avrasya’yı (Rusya ve Çin’i) kuşatacak genişleme planlarına vurulan bir darbe oldu.
Daha sonra Rusya, ABD-AB cephesinin Ukrayna gerilimi karşısında ekonomik yaptırım kartını boşa çıkaran ve orta-uzun vadede ABD açısından büyük risk ifade eden bir adım attı. Mayıs 2014’te Rusya ve Çin’in imzaladığı enerji anlaşması ile Çin 30 yıllık enerji ihtiyacını Rusya sayesinde güvenceye alırken Rusya da Çin sermayesinin yatırımları ile ekonomisini ayakta tutacak. Bu şekilde ABD ve AB ülkeleri açısından Avrasya’nın iki devi, daha doğrusu 2000’lerin yükselen iki gücü Rusya ve Çin’in hareketlerini zaptedilebilir kılan “bağımlılıklar” sınırlanmış oldu. Bir taraftan kendi topraklarındaki kayagazı keşfiyle enerjide Ortadoğu petrolüne bağımlılığı azalan bir taraftan da Çin gibi rakip güçleri Ortadoğu petrolünün ticareti üzerinde hakimiyet kurarak kontrol altında tutma siyaseti boşa çıkan ABD açısından ise uluslararası politika öncelikleri değişmeye başladı.
Çin ekonomisinin büyüklüğünün 2014 yılı sonunda ABD ekonomisini geçmesi ve önümüzdeki yıllarda da arayı açması öngörülüyor. Savunma bütçesini istikrarlı olarak artıran ve 2020’ye kadar 4 uçak gemisine sahip olmayı planlayan Çin’in askeri planları da ABD’yi endişelendiriyor. Yakın gelecekte Çin’in dünya ekonomisindeki başat güç haline gelme ve ABD’nin okyanuslardaki hakimiyet tekelini kırma olasılığından endişe eden ABD için Asya’da başka can sıkıcı gelişmeler de var. Japonya’da milliyetçi Şinzo Abe hükümeti anayasal değişikliklerle II. Dünya Savaşı’nın ardından yeni bir militarizasyon sürecinin kapılarını araladı. Bu hem Çin’in hem de Güney Kore’nin tepkisini çekti.
Bunun yanında Dünya ekonomisinin “kurallarını”, kendi yükselişlerini destekleyecek yönde değiştirmek isteyen Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika, 100 milyar dolar sermayeli bir bankanın kuruluşunu açıkladılar. Yeni banka IMF-Dünya Bankası ikilisinin etkisi dışında kalacak, Putin’in deyimiyle, “ülkeleri ABD ve müttefiklerinin baskılarına karşı koruyacak.”
Almanya CIA’nın Alman liderleri izleme faaliyetlerinin deşifre olmasının ardından 10 Temmuz 2014’te Berlin’deki CIA istasyon şefinin ülkeden ayrılmasını talep etti. Üstelik akabinde tartışma konusu olan yalnızca Almanya ve ABD arasında 1945’ten bu yana ilk kez bu ölçekte büyük bir çatlak yaşanması değil aynı zamanda sanayi devi Almanya’nın enerji devi Rusya’yla giderek yakınlaşan bir ilişki içinde olmasıydı.[4]
Tüm bunlar ABD’nin hem II. Dünya Savaşı hem de Soğuk Savaş sonrası elde ettiği hakimiyetin erimesine dair köşe taşları olarak beliriyor. İşte bu koşullarda Asya ile daha fazla ilgilenmesi gereken ve hakimiyetin erimesini frenlemek üzere Ortadoğu’da dahil olunan savaşların ise beklentilerin tersine bir etki yaptığını gören ABD mümkün olduğunca çatışmanın gerisinde duruyor. Askeri birliklerini konuşlandırmasına gerek kalmadan, işbirlikçilerini destek amaçlı sınırlı hava saldırıları ve askeri danışmanlığın ötesine geçmeden yönetebileceği bir Ortadoğu istiyor.
Emperyalist müdahalede tek taraflılıktan taşeron zincirine
11 Eylül 2001 saldırılarının ardından ABD, bütün dünyada belirsiz bir düşmana (ama genel olarak “radikal İslamcı” bir düşmana) karşı tek taraflı olarak ya da koalisyonlarla askeri müdahaleler gerçekleştirmesine imkan veren “terörizmle savaş” kampanyası ile Afganistan’dan başlayıp Irak’la devam eden bir askeri maceraya girişmişti. “Ya bendensin ya da düşmanımsın” diyen ABD karşı konulmaz askeri gücü ile “terörist ya da terörizme destek veren” düşmanlarını alt edecek, böylece hem ABD emperyalizmiyle bütünleşmeyen bölgelerin bütünleşmesini hem de dünyanın geri kalanının ABD’ye biatını sağlayacaktı. Ne var ki Irak ve Afganistan’da işgal karşıtı direniş sayesinde ABD’nin askeri gücünün karşı konulmaz olmadığı, hasım devletleri yıkabildiği ancak kendi başına yeni bir düzen tesis edemediği görüldü. Üstelik bu ders pahalıya patlamıştı. Brown Üniversitesi’nin 2001-2011 arası Irak, Afganistan ve Pakistan’daki savaşların parasal ve insani maliyetine ilişkin hesaplamasına göre; 10 yılda savaş ABD’ye 8 bin 300’den fazla can kaybına ve 4.4 trilyon dolara mal olmuştu.Uluslararası alanda merkezkaç eğilimlerin güçlenmesi, Rusya ve Çin’in bağımsız hareket kapasitelerini artırarak yükselişi, Ortadoğu’da İran, Suriye, Lübnan Hizbullah’ı ve Hamas’ı içeren ABD-İsrail karşı bir direniş ekseninin oluşumu gibi politik maliyetler de vardı.
ABD hem Ortadoğu’daki savaş bataklığından kurtulmalı hem de çıkarlarını güvence altına almalıydı. Bu da bölgenin emperyalist sistemle bütünleştirilmesi sürecini ABD yerine işletecek bölge güçlerinin rol almasını gerektiriyordu. İran’ın başını çektiği direniş ekseni geriletilmek bir yana bölgedeki gücünü tahkim ederken, Aralık 2010’da Tunus’ta patlak verip bütün Arap ülkelerine yayılan halk hareketleriyle emperyalizm işbirlikçisi Tunus ve Mısır diktatörlerinin koltuğundan edilmesi müdahaleyi kaçınılmaz kılmıştı. Tam da burada Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar sahne aldı. Bu ülke iktidarlarının ortak özelliği, ABD askeri aygıtına ve neoliberal dünya ekonomisine entegre olmalarının yanı sıra Şii ağırlıklı “direniş ekseni” karşısında Sünni mezhepçi bir müdahaleciliği de savunuyor olmalarıydı.
Müdahale Basra Körfezi’nde ABD filosuna limanlık yapan küçük ada ülkesi Bahreyn’le başladı. Çoğunluğunu Şiilerin oluşturduğu yoksul halk, Tunus ve Mısır’dan esen başkaldırı rüzgarına eklenerek ABD işbirlikçisi Sünni monarşiye karşı isyan etmiş, iktidar sallantıya girmişti. Suudi ordusu 15 Mart 2011’de adaya girerek bu halk hareketini kanlı bir şekilde bastırdı. Suudi Arabistan ve Katar’ın başını çektiği Körfez İşbirliği Konseyi, Libya’da Kaddafi yönetimine askeri müdahaleye de açık destek vererek Kaddafi’nin yasadışı olduğunu, isyancılara destek için Libya’da uçuşa yasak bölge ilan edilmesi gerektiğini açıkladı. NATO müdahalesi konusunda ilk başta durumu algılayamayıp itiraz eder görünen AKP, Türkiye’nin çağrılmadığı toplantıda alınan müdahale kararı sonrası kendisine biçilen rolü üstlenerek limanlarını ve donanmasını bu işgal için seferber etti. Türkiye ve Katar, Libya’daki operasyonlarda saha rolü de üstlendi. Libya’ya yönelik NATO operasyonunda, “diktatörlüğe karşı mücadele edenlerin maruz kaldığı şiddeti önleme” bahanesiyle “insani müdahale” adı altında yıkıcı bir askeri müdahale gündeme geldi. NATO’nun ilk olarak 1999’da Yugoslavya’da uyguladığı “insani müdahalecilik” modeli, 2011 sonrası Ortadoğu’da yeniden üretildi.
Türkiye, Katar, Suudi Arabistan, çatışmanın silahsız olarak ilerlediği Tunus ve Mısır’da da sahnedeydi. Neoliberal diktatörlüklere dönüşmüş çürümüş Arap milliyetçisi rejimlere isyan şeklinde gelişen halk hareketleri, talepleri itibariyle sistem açısından bir tehdit oluştursa da iktidarı alabilecek sübjektif koşullardan henüz yoksundu. İşte bu koşullarda bu üç ülke bu kez neoliberal sistemin İslamcı alternatiflerini ABD-İsrail ile uyumlu bir çizgide iktidara yönlendirme konusunda rol aldı. Katar ve Türkiye Müslüman Kardeşler’i, Suudi Arabistan da Selefi Nur Partisi’ni destekledi. Katar’ın finansman sağladığı, AKP’nin siyasi danışmanlık ve akıl hocalığı yaptığı Müslüman Kardeşler diğer siyasal güçlerin örgütlenmesine fırsat verilmeden yasal engeller ve finansal eşitsizlikler içinde gerçekleşen seçimlerde galip gelerek iktidarı aldı. Tunus’ta da aynı üçlünün desteğini alan İslamcı Raşid Gannuşi liderliğindeki Nahda iktidara geldi.
Emperyalizmin aktif taşeronlarının edindiği bu özgüven Suriye’de de Libya’daki “insani müdahale”nin model alındığı ancak tamamına erdirilemeyen yeni bir müdahale girişiminde yansımasını buldu.
İktidarın Müslüman Kardeşler’le paylaşılması zorlamasını reddeden Beşar Esad ilk başta demokratik kitle gösterileri biçiminde gelişen hareketin, rejimin şiddetini de fırsata çevirerek kısa sürede dünyanın dört yanından akın eden cihatçı çetelerin yer aldığı bir iç savaş halini almasıyla yüz yüze geldi. Bu savaşta yine Katar ve Suudi Arabistan finansör, Türkiye ise lojistik, uluslararası PR/propaganda, siyasi danışman/“iktidar alternatifi muhalefet yaratma” rolünü üstlendi. AKP iktidarı Libya’daki “insani müdahalecilik” modelinin Suriye’de uygulanacağı bir zemin hazırlamak için elinden geleni yaptı. Savaş henüz bir mülteci akınına yol açmamışken sınır bölgelerine kurulan mülteci kampları ile belli bir mülteci sayısı “kırmızı çizgi” ilan edilerek bir dış müdahaleye gerekçe oluşturulmaya çalışıldı.
Emperyalizmin aktif taşeronları, Sünni cihatçıları kullanarak mezhepçi bir iç savaş yoluyla ülkenin Sünni çoğunluğunu Esad rejiminden koparmayı ve rejime karşı harekete geçmeye sevk etmeyi denedi. Bir taraftan da İstanbul ve Antalya’da organize edilen toplantılarla, uluslararası alanda Suriye halkının meşru temsilcisi sayılacak Müslüman Kardeşler ağırlıklı bir siyasi alternatif oluşturulmaya girişildi. Bu toplantılarda imal edilen “Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu”, ABD dahil pek çok ülke tarafından Suriye halkının “meşru temsilcisi” olarak tanındı ve bir geçici hükümet ilan etti. ÖSO ise bu “meşru” yönetimin silahlı gücü olarak gösterildi. 
Böylece Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin ABD’nin aktif taşeronu olduğu, Müslüman Kardeşler ve Selefi cihatçıların da bu aktif taşeronların alt-taşeronu olduğu emperyalizm hizmetinde bir taşeron zinciri açığa çıktı. Ancak asıl işveren emperyalizm, krizini taşeron yenisömürge ve işbirlikçilerine ihraç ederken, krizi fırsata çevirme rüyası gören taşeronlar da geri dönüşü olmayan kabus gibi bir gerçekle yüz yüze geldi.
Cihatçı çeteler içinde önce El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra, daha sonra da Nusra’nın “ılımlı” diye anılmasına yol açan radikalizmiyle El Kaide’den kopan IŞİD öne çıkıp diğer grupları kendilerine biat etmeye zorladı. Böylece Suriye’ye gönderilen binlerce TIR silah, “insani yardım” ve milyarlarca dolar finansal destek doğrudan ya da dolaylı olarak IŞİD’in eline geçti. IŞİD’in İslam Devleti adını alarak Musul’da sınırları belirsiz bir hilafet devleti ilan etmesinin akabinde Temmuz 2014’te Suriye Ulusal Koalisyonu da “geçici hükümeti” feshetti. Kelimenin gerçek anlamıyla kukla bir siyasi alternatif oluşturma girişimi başarısızlığa uğramış, kontrolü güç, tehlikeli bir çocuk olarak “IŞİD” doğmuştu.
Hakimiyet krizinin taşeronlara ihracı
ABD askerlerinin 30 Haziran 2009’da Irak kent merkezlerinden çekilmesinden sonra NATO güçlerinin hava saldırılarıyla gerçekleştirilen Mart 2011 Libya müdahalesi dışında bütün müdahaleler Türkiye-Katar-Suudi Arabistan ve onların yönlendirdiği Müslüman Kardeşler-Selefi cihatçılar ağı ile gerçekleşti. Ancak Tunus, Mısır, Libya, Suriye, Irak, Kürdistan ve Filistin’de yürütülen operasyonlar başarısızlıkla sonuçlandı. Bu durum özellikle bölge ülkelerindeki Müslüman Kardeşler örgütlenmeleri üzerine yatırım yapan ve emperyalizm işbirlikçisi politikaları görece bağımsızlıkçı bir retorikle sürdüren Katar ve Türkiye açısından telafisi olmayan maliyetler yarattı. Bu iki ülke ile birlikte hareket eden ancak hem Müslüman Kardeşlere karşı Selefi hareketleri destekleyen hem de eylemi gibi söylemi de ABD-İsrail çizgisinde olan Suudi Arabistan ise daha korunaklı bir pozisyonda kaldı.
Mısır ve Tunus’ta halk ayaklanmalarını izleyen seçimlerin ardından kurulan Müslüman Kardeşler iktidarları, halk hareketinin taleplerini karşılayıp sisteme eklemlemek bir yana halkın şikayet ettiği neoliberal, çürümüş ve despotik eski düzeni İslamcı baskı ile sürdürmeye kalkışınca yeni ve yer yer daha güçlü bir halk tepkisini tetiklediler. Mısır’ın Muhammed Mursi liderliğindeki Müslüman Kardeşler (MK) iktidarı Temmuz 2013’te dev kitle gösterilerini takip eden bir askeri darbe ile, Tunus’un yine MK kökenli Gannuşi liderliğindeki İslamcı Nahda iktidarı Ocak 2014’te kitle gösterilerinin ve laik muhalefetin basıncı altında devrildi.
Irak’ta AKP’nin Şii Nuri el Maliki’ye karşı desteklediği Sünni mezhepçi Tarık Haşimi, seçim yenilgisinin ardından mezhepçi terörü körüklediği suçlamasıyla idam cezasına çarptırılınca Türkiye’ye kaçtı. Libya’da İslamcı iktidar ulusal bütünlüğü sağlayamadı ve ülke 2014’te askerlerin yeniden sahne aldığı bir iç savaşa saplandı. 13 Eylül 2012’de cihatçıların ABD’nin Libya büyükelçisini öldürmesi, ABD’nin artık cihatçıların devreye sokulduğu müdahale planları karşısında daha eleştirel ve mesafeli bir tutum alacağı bir milat oldu.
Suriye’deki iç savaşta Rusya ve Çin’in uluslararası, İran ve Hizbullah’ın bölgesel desteğini arkasına alan Esad yönetimi Türkiye-Katar-Suudi Arabistan’ın planlarını boşa çıkardı. Suriye Kürdistan’ında Barzani kontrolünde ve PKK’ye mesafeli bir inisiyatif geliştirme çabaları KCK sisteminin bir parçası olan PYD’nin kontrolünde özerk bir Kürdistan yönetimi kurulması ile bozuldu. “Direniş ekseninin” tek Sünni bileşeni olan Hamas, AKP ve Katar’ın yoğun gayretleriyle siyasi bürosunu Suriye’den Katar’a taşımış ve böylece Hamas’ın İran-Suriye-Hizbullah eksenine mesafe koyması sağlanmıştı. Ancak Müslüman Kardeşler’in Mısır ve Suriye’deki yenilgisinin ardından zorunlu olarak ve yeniden İran’a yakınlaşmaya başladı. Yüzünü İran’a dönmeye başlayan yalnızca Hamas değildi. Ağustos 2013’te İran cumhurbaşkanlığına “diyalog ve uzlaşma” vaadiyle Hasan Ruhani’nin seçilmesiyle birlikte ABD de İran’la yapıcı bir ilişki kurmaya yöneldi. Obama’nın telefon hattını Tayyip Erdoğan’a kapadığı dönemde Ruhani ile bizzat görüşmesi (ABD-İran başkanları arasında 1979’dan bu yana yapılan ilk görüşme) Ortadoğu’daki dengelerin ve ABD dış politikasındaki değişimin sembolik önemi büyük gelişmelerindendi.
2013 yazında aktif taşeronlar açısından pek de parlak olmayan bir manzara açığa çıktı: Cihatçılar eliyle yürütülen mezhepçi çatışmalarla İran-Suriye-Hizbullah eksenini, bölgesel ve uluslararası ilişkilerin düğüm noktası Suriye’de yenilgiye uğratma ve Müslüman Kardeşlere dayalı yeni işbirlikçi iktidarlar yaratma planları suya düşerken, Türkiye ve Katar başta olmak üzere bu planların yürütücüleri ekonomik, toplumsal ve politik maliyetlerle yüz yüze geldi.
Haziran 2013’te Mısır’da MK iktidarı kitle gösterileri ile sarsılırken ciddi bir kırılmanın işaretleri beliriyordu. 25 Haziran 2013’te ABD müdahalesinin mutlak belirleyici olduğu Katar’da ani bir iktidar değişikliği oldu ve Katar emiri 1995’te darbe ile babasından aldığı tahtı 18 yıl sonra oğluna devretti. Akabinde ABD ve Suudi Arabistan destekli Mısır ordusu 3 Temmuz’da kitle gösterilerini de manipüle ederek Mursi’yi devirdi. MK kadroları büyük çaplı bir tasfiye ve sindirme operasyonuna maruz kaldı. Bölgesel MK ağı moral, finansal ve siyasal merkezini yitirdi. Suudi Arabistan ve desteğindeki Selefi İslamcılar darbeye destek verdi. Suudi Arabistan daha sonra MK dahil kendi çizgisi dışındaki bir dizi İslamcı örgütü “terörist” ilan edecekti.
MK’yı hezimete sürükleyen siyasal maceranın birinci derecede yönlendiricisi/modeli AKP ise yalnızca “bölgesel güç” hesaplarının dayanağını değil (bir kısmını düşmanlaştırıp diğer kısmını hayal kırıklığına uğratarak) Ortadoğu’daki siyasal aktörlerin güvenini ve emperyalizm açısından işlevselliğini de yitirdi. Bu durum, Ekim 2013’te yayımlandığında, ABD’nin Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu çizgisinin üzerini çizdiği ve AKP’yi köklü bir değişikliğe zorladığı yönünde yorumlara neden olan, Abramowitz-Edelman’ın “Retorikten gerçekliğe: ABD’nin Türkiye politikasının yeniden düşünmek” raporuna şu ifadelerle yansıdı:
“Türkiye’nin Ortadoğu’daki olayları etkileyebilecek pek az politik gücü kaldı. ‘Komşularla sıfır sorun’ vizyonunu izlediği dönem sonrasında elde yalnızca sorunlar var. Suriye’de Esad’ın gönderilmesini istedi, Mısır’ın yeni askeri hükümetini tanımadı, İsrail ile diplomatik ilişkileri kopardı, NATO’nun radar tesislerini kabul ederek ve Suriye’deki ayaklanmacılara destek vererek İran’ı öfkelendirdi, Bağdat’taki merkezi hükümetle kavga etti, Müslüman Kardeşler’i ölümüne savunarak güçlü Körfez ülkelerini sinirlendirdi, temelsiz ithamlar ve komplo teorileriyle Avrupa’yı kendinden uzaklaştırdı…”
AKP’yi Ortadoğu’da etkin rol alması için teşvik eden, MK projesine ve mezhepçi iç savaşa ilk başta yol veren ABD, başarısızlığın ardından kabahati üstlenmiyor, taşeronu suçluyordu. Politik maliyet, milyonlarca mültecinin yol açtığı ekonomik-sosyal maliyet ve savaş ekonomisiyle ikame edilmeye çalışılan bölgesel yatırım ve ticaret kayıpları ile birlikte aktif taşeronların kucağına bırakılmıştı.
Niyet, kriz, kısmet: IŞİD
Ortadoğu’da ABD işgali ve Arap halk hareketlerinin ardından tetiklenen değişim sürecini mezhep eksenli siyasal ve askeri çatışmalarla yönetme çabası başarısızlığa uğradı ancak gerçekleşmeyen hayaller karşısında gerçekleşen bir kabus da vardı.
2003 Irak işgalinden sonra ABD’nin de teşvikiyle siyaset alanının etnik-mezhepsel bir temelde dizayn edilmesi işgal altındaki ülkeyi yönetmeyi kolaylaştırıyordu. Başbakanlığın Şiilere, cumhurbaşkanlığının Kürtlere, meclis başkanlığının Sünnilere verildiği iktidar denklemi Irak’ı etnik-mezhepsel temelde bölerek “bir arada” tutuyordu. Siyasal alanı mezhepsel bir temele çeken bu durum işgale karşı direnişe de yansıdı ve Baas’ın dağıtılmasının ardından özellikle Sünni bölgelerde yoğunlaşan direniş eğilimleri El Kaide uzantısı gruplar tarafından daha kolaylıkla örgütlenmeye başladı. İşgal karşıtı öfke hem ABD’ye hem de işgalin ardından pozisyonları güçlenen Şiilere yöneliyor, ABD de başarılı bir ulusal kurtuluş hareketine dönüşmesi mümkün olmayan mezhepçi direnişin bu rotada kalmasını tercih ediyordu. El Kaide ve uzantısı olan örgütlerin mezhepçi şiddeti zaten ABD tarafından emperyalist müdahalelere meşruiyet kazandırmak için kullanılıyordu.
Bugün IŞİD’in ilan ettiği hilafet devletinin haritası, Aralık 2004’te Bush yönetimi döneminde ABD Milli İstihbarat Konseyi tarafından hazırlanan raporda öngörülmüştü: “ABD çıkarlarına tehdit oluşturabilecek mevcut trendleri öngörmek suretiyle sonraki Bush yönetimini kendisini bekleyen zorluklara hazırlamak” amacıyla hazırlandığı belirtilen NIC raporunda, 2020’de İspanya’dan Güney Asya’ya uzanan bir “Hilafet Devleti” kurulacağı ve bunun da Batı demokrasisi ve değerlerini tehdit edeceği yazılmış: “Acı bir ironi içinde hilafet projesi, bir propaganda enstrümanı olarak on yılı aşkın bir süredir ABD istihbaratının gündemindedir. Aralık 2004’te Bush yönetimi döneminde Milli İstihbarat Konseyi, Batı Akdeniz’den Orta Asya’ya ve Güney Doğu Asya’ya kadar uzanan yeni bir Hilafet’in 2020 yılında ortaya çıkacağı ve bunun Batı demokrasisi ve değerlerini tehdit edeceği kehanetinde bulundu.”
Emperyalist strateji değişerek; geri çekilen ABD’nin Türkiye-Katar ve Suudi Arabistan’ı öne sürüp Sünni ekseni ve Suriye merkezli bölgesel mezhep çatışmasını devreye soktuğu dönemde; Irak işgalinin ardından kurulan Irak İslam Devleti, yeni bir gelişme zemini yakaladı. Bölge halklarının işgalciye ve yerel egemenlere karşı tepkisini mezhepçi bir söylemle arkasına alan örgüt, işgalcinin bölgesel hakimiyet için mezhepçi çatışmayı teşvik politikasından da beslenerek gücünü ve etkinlik alanını Irak ve Suriye’ye genişletti. Örgüt “cihada” uygun biçimde bir yandan ele geçirdiği savaş ganimetlerini taraftarlarına paylaştırarak bir yandan da “düşmana” karşı dehşete düşüren bir şiddet uygulayarak hakimiyetini kabul ettiriyor ve ilerici politik kanallarla buluşamamış sistem karşıtı öfkeyi cezbediyor. Yönetim kademesi iyi eğitimli kadrolardan oluşan IŞİD’in alt kademe savaşçıları arasında ise politik ve ekonomik katılım mekanizmalarından dışlanmış yerel Sünni nüfusun yanı sıra, Batı’da toplumun en alt tabakasını oluşturan Müslüman kökenli göçmenler, Çeçen direnişçiler, Kuzey Afrika ve diğer Arap ülkelerinden lümpen proletarya yer alıyor. Bu durum özellikle 2008 finans krizinin ardından süreğen bir çatışma ortamına sürüklenen dünyada cihatçı hareketlerin sistemden duyulan hoşnutsuzluktan beslenen bir yönü olduğunu ortaya koyuyor. Tam da burada halkların emperyalizm ve neoliberalizm karşısında ulusal ve toplumsal kurtuluş özlemlerine yanıt verecek devrimci hareketlerin yokluğunun IŞİD gibi gerici hareketler tarafından doldurulduğu görülüyor.
Emperyalist sistem de kendi krizinin ifadesi olarak IŞİD gibi bir hareketin açığa çıkmasını ironik bir şekilde bir şans olarak değerlendirdi. Sistemin farklı güçleri, Sünni olmayan nüfusun ve Suriye ve Irak yönetimlerinin yanı sıra diğer cihatçı örgütleri, Kürtleri ve “hilafet haritasında” yer alan diğer ulusları tehdit eden böylesine “gayri meşru” bir terör şebekesinin varlığını önce kendilerince fırsata çevirmeye çalıştı. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi liderliği, IŞİD’in Musul’u ele geçirmesini Kerkük’e el koyarak Bağdat ile ipleri koparmak ve bağımsızlığa doğru ilerlemek için değerlendirirken, uzun yıllardır yer altında mücadele eden Irak Baas Partisi unsurları Irak’ın Sünni nüfus ağırlıklı bölgesinde siyasal denkleme girmek için kullandı. Beşar Esad yönetimi IŞİD’in El Nusra, İslami Cephe ve PYD’ye saldırması karşısında iç çatışmalarla zayıflayan muhaliflere karşı ilerleyişini daha rahat sürdürdü. Türkiye ve Barzani, PYD’nin hedefe konmasından istifade ederek bölgedeki etkinliklerini artıracak ve PKK-PYD karşısındaki pazarlık güçlerini artıracak hamlelere girişti. Bölge güçlerinin medet umar hale geldiği ABD doğrudan ya da dolaylı biçimlerde ama bu kez meşruiyet sıkıntısını aşarak yeniden Ortadoğu’ya müdahale şansı elde etti. İran, Suriye ve Lübnan Hizbullah’ı kendi sınırları dışındaki askeri operasyonlarını IŞİD gerekçesiyle herhangi bir uluslararası itiraza uğramadan yürütmeye başladı. İsrail, IŞİD’in kendisi için de bir güvenlik tehdidi oluşturduğu propagandası eşliğinde yakın gelecekteki askeri operasyon alanını bütün Filistin sınırlarını içerecek şekilde genişletirken, Filistin’e yönelik büyük bir imha operasyonuna girişti.
Tüm bu çatışmalara bakarak IŞİD’in bölge güçleri ile ittifak içinde olduğu, saldırılarını bazı güçlerle birlikte planladığı yönünde bir dizi senaryo ortaya atıldı. Kürt hareketi IŞİD’in Musul’u ele geçirme operasyonunun Ürdün’de İsrail, Türkiye ve Barzani’nin katılımıyla planlandığını iddia etti. Suriye muhalefeti IŞİD’in Esad ile gizli bir anlaşma içinde olduğunu iddia etti. İddiaların emperyalizmin Ortadoğu’daki güncel krizi ve bu krizden yaratılmaya çalışılan fırsat gerçeğinin yalnızca bir yüzünü temsil ettiği ortadadır. IŞİD’in hedef genişleterek Peşmerge ve ABD ile çatışır hale gelmesi, hatta Suudi Arabistan, Kuveyt ve Katar’ı tehdit etmesiyle çok daha kompleks ve sonucu kestirilmesi güç bir çatışmayla karşı karşıya olduğumuz görülmektedir.
Sonuç
Komp­lo te­ori­le­ri­nin de­ğiş­tir­me­ye­ce­ği ger­çek ise bu­gün özel ola­rak Su­ri­ye ve Irak’ta, ge­nel ola­rak bü­tün Or­ta­do­ğu’da dü­ğüm­le­nen ça­tış­ma­da IŞİD va­ka­sı ile bir­lik­te bir dö­ne­min so­nu­nun ilan edil­di­ği­dir.
Or­ta­do­ğu’da ka­pa­nan bu dö­ne­min te­mel be­lir­le­yen­le­ri­ni şöy­le sı­ra­la­mak müm­kün­dür;
- Birinci Em­per­ya­list Pay­la­şım Sa­va­şı son­ra­sın­da em­per­ya­lizm ta­ra­fın­dan çi­zil­miş bir Or­ta­do­ğu ha­ri­ta­sı;
-Em­per­ya­liz­min çiz­di­ği bu ha­ri­ta­da­ki sı­nır­lar için­de yok sa­yıl­mış Kürt ve Fi­lis­tin ulu­sal so­run­la­rı;
-La­ik ve İs­lam­cı yo­rum­la­rıy­la si­ya­set sah­ne­si­ne ha­kim olan Arap mil­li­yet­çi­li­ği;
-Arap halk­la­rı­nın kar­şı­lan­ma­yan ve gi­de­rek şid­det­le­nen ulu­sal ve top­lum­sal kur­tu­luş bek­len­ti­le­ri.
Emperyalizmin Ortadoğu’da hakimiyet kurmasıyla açılan dönem, emperyalizmin hakimiyet krizinin, krize çözüm umuduyla Ortadoğu’da başlattığı yeni çatışma ile derinleştiği bir dönemde kapanmaktadır.
Yeni bir Ortadoğu kurmak için eski Ortadoğu’ya dış dinamikler (emperyalizmin askeri aygıtları) I. ve II. Körfez Savaşları (1991-2003) ile müdahale etmiş, iç dinamikler (yeni proletarya) 2010-2011 Arap halk hareketleri ile sahne almış, her ikisi de eski Ortadoğu’yu ölümcül bir şekilde yaralamış ancak öldürmemiştir.
Emperyalist askeri müdahale Ortadoğu’nun emperyalist sisteme neoliberal entegrasyonunu hedeflerken, Arap halk hareketleri ABD işbirlikçisi neoliberal diktatörlüklere dönüşmüş olan çürümüş Arap milliyetçisi rejimlere karşı eşitlik, özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık taleplerini yükseltmiştir.
Eski Ortadoğu’nun ölümü, hem ABD emperyalizminin hakimiyet krizinin hem de esasen sol bir eğilim barındıran Arap halk hareketlerinin sübjektif eksikliklerinin yarattığı boşlukta yükselen IŞİD vesilesiyle ilan edilmiştir. IŞİD, Ortadoğu’da her siyasi aktörün kendi gündemini dinsel/mezhepsel bir bölgesel savaş içinde/karşısında ilerleteceği yeni bir nesnellik yaratmıştır.
IŞİD an itibariyle kurucu bir aktör değil yıkıcı bir sonuç/araçtır. Dış ve iç dinamiklerin basıncına daha fazla direnemeyen Ortadoğu’daki kaçınılmaz dönüşümü tetiklemekte, dış ve iç dinamiklerle de somut bağlar kurabilmektedir. “IŞİD vakası” bir devlet kurmaktan çok Irak’ın yapay birliğini ve 100 yıl önce emperyalizm tarafından çizilen sınırları ortadan kaldırarak ayrımsız herkesi hedef almıştır. Böylece Kürdistan’ın siyasi aktörlerini ortak düşman karşısında bir araya gelmek zorunda bırakmış, bölge güçlerini ulusal sınırların dışına taşan bölgesel bir savaşın içine çekmiş, uluslararası askeri müdahalelere gerekçe oluşturmuştur. Bu durum İsrail’e Filistin’e karşı yeni bir saldırı sürecine girme fırsatı vermiş, öte yandan bugüne kadar hasım olanların “ortak tehditler” karşısında konjonktürel ittifaklara itildiği yeni siyasi denklemler kurulmasına yol açmıştır.
Türkiye dahil geniş bir alana yayılan küresel cihatçı çete ağının bölgenin bir gerçekliği haline geldiği, mezhep temelli gerilimleri harekete geçirerek sınırları ve demografiyi değiştirdiği çatışma, bugün bölgedeki bütün toplumsal-siyasal unsurların kaçınılmaz gündemidir. Sistemin kaderini tayin edecek şiddetli mücadelelere sahne olan Ortadoğu’da, emperyalistler-arası rekabet de, emperyalist müdahalecilik de, ezilenlerin isyanı da bu yeni nesnelliğe yanıt üretecek stratejiler temelinde gelişmek zorundadır.
Yeni dönemi şekillendirecek çatışmanın kaynağında ise uluslararası düzlemde ABD emperyalizminin hakimiyet krizi, sınıfsal düzlemde neoliberal yenisömürgeciliğin krizi, politik düzlemde laik Arap Milliyetçiliğinin ve madalyonun diğer yüzündeki Siyasal İslam’ın krizi vardır. Bu kriz dinamiklerine Ortadoğu halklarının tek yanıtı IŞİD ve benzeri cihatçı yapılanmalar olmamıştır. Aralık 2010’da Tunus’ta patlak vererek Mısır’a ve ardından bütün Ortadoğu’ya yayılan halk hareketleri neoliberalizme, diktatörlüğe ve emperyalizm işbirlikçiliğine karşı talepleriyle öne çıkan, sınıf karakterli, eşitlikçi, özgürlükçü hareketlerdir. Siyasal ve örgütsel açıdan henüz çok ham olan, sübjektif yetersizliklerle malul bu hareketler, Siyasal İslam ile otoriter milliyetçi rejimler arasındaki kavgada üçüncü bir yol açmaya çalışmaktadır. Filistin Kurtuluş Hareketi ve Kürt Özgürlük Hareketi de Ortadoğu’daki krize devrimci müdahalede bulunma kapasitesine sahip iki ilerici dinamiktir.
IŞİD ve mezhep çatışması ise ulusal ve uluslararası eşitsizliklerden mustarip ezilenlerin hoşnutsuzluklarından beslendiği gibi mevcut krizin egemenler lehine çözümünü kolaylaştırmakta, ezilenler lehine çözümün olanaklarını ise tahrip etmektedir. Mezhep çatışması ve IŞİD vakası halkların ulusal ve toplumsal kurtuluş özlemlerine yanıt verecek bir devrimci stratejinin yokluğundan beslenmektedir.
Ulusal ve sınıfsal sorunların geleneksel sınırları aşan niteliği, siyasal mücadelenin hangi sınırları ve hangi özneyi esas alarak yürütüleceği sorusunu önümüze koymuştur. Bu koşullarda uluslararasılaşan Kürt ve Filistin ulusal sorunlarına, Ortadoğu halklarının emperyalizme ve neoliberalizme (otoriter-milliyetçi ve İslamcı görünümlerine) karşı birbirinden ayrılamaz ulusal ve toplumsal kurtuluş sorunlarına çözüm yolunu gösteren bir Ortadoğu devrimi perspektifine ihtiyaç vardır.
Bu perspektifin gelişeceği zemin de emperyalist müdahalelere, işbirlikçiliğe ve mezhepçi saldırılara karşı direniş, büyük mülteci hareketleri ve buna bağlı olarak işçi sınıfının göçmenleştirilmesi ve mezhepçi-ırkçı temelde bölünmesine karşı mücadele gibi pratikler içinde oluşturulacaktır.
http://www.sendika.org/2014/09/eski-ortadogunun-olum-tellali-isid-levent-kara/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder